Ömer
Gidilmemiş bir yolun ortasında hareketsiz minibüs. Güneş batalı çok oldu. Alışkın olmadığım bir sıcakla haşır neşir olmuş tenim. Sıkmaktan elimi morartan demir bile ıslanmıştı. Duramadan öksürüyordum. Başımda toplanan insanlar kaygıyla bana bakıyordu. Onlara dair görebildiğim tek şey ayağımı çevreleyen ayaklardı. Saçımdan aşağı dökülen suyu hissetmedim bile. Ne sanıyordum ki? Hiç çıkmamam gerekirdi.
“Tirilye!” denmesiyle kafamı kaldırdım düştüğü yerden. Yalpalayarak attım kendimi dışarı ve gücümün yettiğince ilerlemeye başladım. Öyle kalabalıktı ki dar sokakları Tirilye’nin, bir an inemedim sandım minibüsten. Geride kalan deneyimler, ustası yapmıştı beni yokuşlardan tırmanmanın. Nihayet varabilmiştim tepeye. Çamlı Kahve’nin bitişiğindeki ağacın dibine bıraktım kendimi ve alabildiğimce nefes aldım. Her adımıma fon olan öksürüğüm çok geçmeden kesilmiş, kanlanan gözlerim açılıvermişti. Hava dolu ağzımda asılı kalan kelimeler düştü sonra aşağı bir bir:
“Bugün de ölmedik.”
“Allah kahretsin!”
Nereden geldi o ses? Ah. Yüzüme bir gülümseme oturdu. Belli ki ağaç da bıkmıştı benden de dile gelmişti. Bu ilk kez olmuyordu ve muhtemelen son da olmayacaktı. Fısıldadım kendi kendime, “Daha çok kez döndüreceksin beni hayata.”
“Bıktım artık!”
Kaşlarım çatılmıştı. Kimdi bu konuşan? Sağıma döndüm deniz, soluma döndüm deniz. Yoktu konuşabilecek biri. Ama ses devam ediyordu, hem de ağlamaklı bir şekilde. Rüzgâr imdadıma koştu ve sitemli ses omuzlarıma kondu. Arkama döndüğümde ağaca sarılmış siyah saçları omzumda toplanan bir kadın gördüm.
“Neden ağlıyorsun?”
“Kim konuştu?”
“Ağaç değil elbet.”
“Ne arıyorsun burada?” diye sordu sertçe.
“Bir parça nefes.”
Ailem Armutlu’da yaşıyordu ve ben de bugün onları ziyarete gitmiştim. Esasında çok sık görüşürdük ama genellikle onlar gelirdi çünkü Tirilye’den çıkmak bana iyi gelmiyordu. Belki gerçekten öyle olduğundan belki de benim savsatam ama aldığım nefesi buraya borçluydum. Tirilye’nin önünden geçmekte olan bir hava akımı vardı ve bu dünyada sayılıydı. Benim gibi astım hastaları için ideal bir kasabaydı Tirilye.
“Git lütfen.”
Sesi hiç de tanıdık gelmiyordu. Muhtemelen günlük tur için gelmiş ve geldiği gemiyi kaçırmıştı. Bu Tirilye’de yabancı birinin başına gelebilecek en kötü şeydi. O an aklıma ağlaması için başka bir sebep gelmemişti. Üstelik kabaydı. Ben hayata dönüşümün eşsiz inzivasını gerçekleştirirken tanımadığım bir kadın tarafından azarlanıp kovulmayı hayal etmemiştim. Kalktım ve yüzünü görebileceğim bir mesafeden ona baktım.
“Ne var?” diye diklenerek bana baktı. Çamlı Kahve’nin saati geldiğinde hatrı sayılır yükseklikte ses çıkararak yanan ışığından mı yoksa ışığın aydınlattığı yüzden mi bilemedim ama olduğum yerde gelen bir titreme ile geri çekildim. Yaşlarla yarısı dolu olan gözlerin diğer yarısının gölgesi vurmuştu sanki gözlerime. O an ölmekten korktum. Mahrum kalmaktan korktum. İnsan tanımadığı birini beğenebilir mi? Ya da saniyeler öncesinde varlığından bihaber yaşadığı birinin kendisinden uzakta sessiz sedasız geçmiş tüm ömrünün merakını taşıyor olabilir mi? Nasıl baş ederim ki bu merakla? Onu tanımayı çok istedim.
“Gecenin bu vakti seni buraya ne getirdi?”
“Ben aslında kayboldum.” dedi gözyaşlarını silerken. “Kafam öyle dalgındı ki, içim öyle dağınık ki, bu dağınıklığın içinde kendimi bile kaybederim. Yolumu kaybetmişim, çok mu?”
“Anlat bana, bazen bir yabancıya anlatmak iyi gelir.”
Anlatmaya başladı. O güne kadar içimde olduğunu dahi bilmediğim hislerin uyandığına şahit oldum. Gözyaşlarının her bir damlasını ezberlemek istedim.
Derin birkaç nefesin ardından dökülmeye başladı. “Bir arkadaşımın düğünü vardı, Tirilye’ye bu yüzden geldim,” dedi bulunduğumuz adayı kastederek. “Ailem de buradaydı. Arkadaşlarım birer birer yuvasını kurdu ve ben…”
“Sen de evlenemedin diye mi ağlıyorsun?” Alayla güldüm. “Vay canına.”
“Hayır,” diyerek başını iki yana salladı. Kızarmış burnuyla sevimli görünüyordu. “Derdim bu değil. Bu ailemin derdi. Beni evlendirmeye can atıyorlar.”
O, bir yabancı olduğum için bana anlatıp rahatlarken ben yabancısı olduğum ömrün kıyısında dolaştığım için memnundum. Esasında derdi beni güldürmüştü. O, derdiyle bile beni güldürebilen biriydi. Pek farklı sayılmazdım ona karşı. Yaşını başını almış genç bireyler için kaçınılmaz bir baskıydı karşılaştığı.
“Yine de gözyaşlarımın sebebi sadece bu değil. Ailemin baskısı, arkadaşlarımın sürekli evlenmem için can atması ve bu gece hepsinin üst üste gelmesi… Annem bugün sokaktan geçen birini eve getirip seni evlendireceğim en sonunda dedi. Daha yaşım genç, dertleri ne ki?”
Bunu duyduktan sonra içimde kıpırdayan birtakım hisler bana söylemeyeceğim şeyleri söyletmeye, yapmayacağım şeyleri yaptırmaya başlamıştı. Duygu tüm akıllardan üstündü.
“Evlenmeyi kolay sanıyorlar. Benim fikrimin önemi yok. Ben beğenecek miyim diye düşünen yok. Benim gibi…” dedikten sonra bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek adına ciddileşerek: “Yanlış anlama. Güzellik konusunda bir iddiam yok.”
“Bence güzellik konusunda iddian olmalı.” dedim ve minik iltifattan doğan sessizliği dağıtmak adına ekledim:
“Benim de ailem evlenmemi istiyor. Helal süt emmiş, güzel bir kadınla. Aslında seni seveceklerine eminim.”
Nasıl dağıttım ama…
“Daha adını bilmiyorum.” dedi gergin bir şekilde. Sanki yanlış bir şey yaptığına ikna olmaya başlamış gibiydi. Elimi uzattım hemen, “Ömer ben.” diyerek.
“Ben de Esin.”
İsmini duyduktan sonra onu gördüğümde içimden çıkıveren hislerin de ismini koymuş oldum bir nevi. O ismiyle müsemma, içe doğan güzel duyguydu.
“Memnun oldum Esin. Arkadaşının düğünü olduğunu söyledin. Adada olan bir düğün alanını bulmak zor olmayacaktır. Seni götürmemi ister misin?”
“Aslında iyi olur.”
Elimi tutmaya devam ederek ayağa kalktı benimle beraber. Hatta yanıma geçip parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi. “Sorun olur mu?”
“Görünen o ki olmaz.”
Esin ve ailesi Tirilye’ye bir dostlarının düğünü için gelmişti. Esin’in elinden tuttuğum gibi düğünün olduğu yere gittik. Tirilye küçük yerdi, düğünün nerede yapıldığını tahmin etmek çok zor değildi. Burada yaptıklarımı nasıl yaptığıma hâlâ ben de inanamıyorum ama insan bazen gerçekten kendini aşabiliyor. Bazen gerçekten filmlerde izlediği ve inandırıcı bulmadığı sahneleri yaşayabiliyor. Ben örneğin. Filmlerde kişilerin birbirini gördüklerindeki hallerini hiç inandırıcı bulmazdım. Yapay gelirdi. Şaşkın bakışlar, açık kalan ağızlar yönetmen tarafından egzajere edilmiş derdim. İnsan başına gelmeden anlamıyor.
Beyaz çitlerle çevrili düğün alanına Eminönü’ndeki balıkçılarda bulunan masa sandalyeler eşlik ediyordu. Her yer çiçekler ve uçuşan tüllerle süslüydü. Güzeldi. Samimi hem de bir o kadar da etkileyici.
Düğün alanında bakışlarımı dolaştırırken, “Annen hangisi?” diye sordum.
“Gelinle oynayan,” dedi hâlâ yürürken.
“Tanışalım o halde.”
Esin, kolumu tutup onu durdurmaya çalıştı ama pek de etkili bir girişim olmadı.
Annesinin yanına vardığımızda kadın birden oynamayı kesip bize döndü. Gelin de aynısını yapmıştı ve kavgaya hazırlanan bir kadın edasıyla ellerini beline yerleştirmişti. Birkaç akişi daha bele el yerleştirme savunmasını aldı. Gerilmeye başlamıştım hatta korkmaya.
“Esin,” dedi annesi. “Neler oluyor?”
“Merhaba efendim,” diyerek tüm dikkatleri üzerime çektim. “Ben Ömer. Esin’in erkek arkadaşıyım.”
*
Düğün alanında yaptıklarım Esin’i epey kızdırmıştı. Benimle aynı duyguları paylaşmıyor olabilirdi. İleri gitmiş olabilirdim. Hatta saçmaladığıma emindim.
“Sen ne yaptığını sanıyorsun?”
“Hayatını kurtarıyorum.”
“Hayatımı kurtarmıyorsun, daha da berbat ediyorsun. Şimdi onların gözünde bir kez daha kaybetmiş olacağım ve ısrarları daha da artacak. En sonunda sokaktan geçen bir adamı tutup evlenecek ve saçma sapan bir hayat yaşayacağım.”
“Buna gerek yok,” dedim umursamaz bir tavırla.
“Anlamadım?”
“Evlen benimle.”
Ağzı açık bir halde başı öne düştü. “Ne?”
“Sokaktan geçen bir adam aramıyor musun? Benim işte o.”
“Nasıl evleneceğiz ki bu saatte?” diye sordu düşünceli bir şekilde. Benim güldüğümü görünce hızlı bir şekilde o ruh halinden sıyrılarak bağırdı:
“Sen evliliği oyun mu sanıyorsun?”
“Gördüğüm kadarıyla sen de pek ciddiyetle yaklaşmıyorsun.”
“Lütfen…” dediği anda sözünü keserek ona doğru bir adım attım: “Lütfen!”
“İkimiz de evlenmek istiyoruz. Tanımadığımız biriyle evleneceğimize…”
“Biz birbirimizi tanımıyoruz!” dedi beni yavaşça iterek. “Ama ben seni tanımayı çok istiyorum.” dedim ve sağımızda kalan iskeleyi göstererek: “İstersen hemen şu anda evlenebiliriz. Bu saatlerde evlenmek isteyen genç âşıklara hayır demeyecek bir kaptan tanıyorum.”
*
“Denizeri gemimize evlenmek için bir gece yarısı baskında bulundunuz. Evlilik müracaatınız incelendi. Evliliğinizde yasal bir engel olmadığına dair dualar edildi. Şimdi ben sizlere sormak istiyorum.” dedi ve Esin’e dönerek adını ve soyadını sordu. “Esin Demir.”
“Damat Bey adınız soyadınız?”
“Ünsal abi sen beni tanımıyor musun zaten? Uzatmasak mı?”
“Damat Bey adınız soyadınız!?”
“Ömer Adalı.”
“Sayın Esin Demir, Ömer Adalı’yla evlenmeyi gerçekten istiyor musun?”
“Evet.”
“Sayın Ömer Adalı, Esin Demir’le evlenmek istiyor musun?”
“Evet.”
“Ben de sizleri uluslararası deniz hukukunun bana verdiğine inandığım yetkiye dayanarak karı koca ilan ediyorum.”
*
Sabah erkenden uyandım. Her şey çok hızlı olmuştu. Hâlâ inanamıyordum. Dün akşam hayran olduğum yüz yanı başımda uyuyordu. Yavaşça yaklaştım ve kokusunu soludum. Çok güzeldi. İnsan yaşadığı hayattan haz almadığında ölümü korkmaya değer görmüyordu ve ben artık ölümden deli gibi korkuyordum. Yataktan kalktım ve masanın üstündeki sertifikaya uzandım. Hem o sertifikayı ilgili birime götürmek hem de kahvaltı için bir şeyler almak için dışarı çıktım. Tüm çeşitlerinden aldım poğaçaların. Hangisini ne kadar seviyor, hangisini hiç sevmiyor, hepsini yaşayarak öğrenecektim ve bu çok heyecan vericiydi.
Otele geri döndüğümde kapıyı belki uyanmamıştır diye yavaşça açtım ve içeri girince de aynı yavaşlıkta kapattım. Yatakta değildi ve yatak bıraktığımdan çok daha dağınıktı. “Olsun.” dedim, “Dağınık olsun.” Yastıklardan birini cama yakın tarafta, yerde gördüm. “Ben toplarım.” dedim üstüne. Elimdekileri masaya bıraktım. Heyecanla lavabo kapısına yaklaştım ve kapıya vurdum ama kapı kapalı değildi. Vurduğum gibi kapıyı gerisingeri gelerek açıldı. Banyoda değildi. Nereye gitmiş olabileceğini düşünürken birden kapı açıldı ama gelen Esin değildi.
“Aa beyefendi, siz çıkış yapmadınız mı?”
“Hayır ya ne münasebet? Ne bu böyle kapıyı çalmadan, etmeden?”
“Kusura bakmayın efendim ama beraber geldiğiniz hanımefendi az önce çıktı da.”
“Çıktı mı? Nasıl? Nereye gitti? Bir şey söylemedi mi?”
“Bir şey söylemedi ama iyi görünmüyordu.”
Kadınla beraber odadan çıktım. Anlıyordum. O yatak, Esin dağınık olduğu için değil, yaptığı şeyin hata olduğunu anladığı için dağılmıştı. Yastığın fırlatılması yine öfkeli bir pişmanlığın habercisiydi. Dağılmıştım. Ne sanıyordum ki? Neye inanmıştım? Gitmişti. Sabah uyandığında bitmişti her şey onun için. Ne yapacaktım? Tüm akıllardan üstün olan bu duygunun altından nasıl kalkacaktım? Düne kadar eksikliğini duymadığım birinin yokluğunu yaşıyordum. Bu aşk değildi, bunu açıklamaya kelimelerim yetmezdi. Çıktım. Aramakla bulunmayacak birini aramak için.
Çağla Fulya & Agâh Ensar Can
One thought