Ölü Canlar’ın Deha Yazarı: Nikolay Gogol

Kimine göre adi insanların karşısında gurur yapmaya gerek yok, bana göre ise en çok böylelerine gururu anımsatmak gerekiyor.  Adilerin kadim dostluğunu kazanmanın yolu onların kendilerini beğenmelerine yardım etmekten geçiyor.  Sevmeyi ve sevilmeyi bilmeyenlerle dost olmanın yolu şöyle, ya onlar gibi sahte seveceksin ya da onların sevgisizliklerine emanet edeceksin kendini. Hayatta güzel insan olanların hem şansı yoktur hem de onların herkesten daha çok acı çektikleri bir gerçektir. Hiçbir canlıya haksızlık etmemiş bir insanın büyüklüğüyle kendime yaklaşıyorum. Ruhumun anlam yüklediği değere âşığım. Bir taşı yerinden kaldırırken taşın altına sığınmış solucanları düşünüyorum. Bir koyunu sağarken kuzusuna süt bırakıyorum memesinde. Bana göre çağımızın mucizesi karşılıksız sevmektir. İlk görüşte sevmiştim seni, ruhunda ve bedeninde keşfetmediğim ülke kalmamıştı. O an ahretin sırrını bilen bir kâhin gibi hissettim kendimi. Bilimin sırrını çözmekte aciz kaldığı kanser hastalığını insanlığın yazgısı olmaktan çıkaran iksirin patenti elindeymiş gibi baktım ellerine. Hayatın insanın hizmetine sunduğu güzellikleri ilk kez fark ediyordum. Işığa yakındım. İnsanın hayata acı çekmek için gelmediğini kendime söylemenin zamanı gelmişti. Acının kıymet biçtiği mutluluğu iliklerimde hissetmiştim. Damarlarında dolaşan kanla konuşuyordum. Kan damarlarımda dolaşan aşkı ruhuma taşıyordu. İçimin kapısını ilk kez kendime açtım, tıpkı bir dosta yüreğini açar gibi. Korkularımdan sıyrılmıştım. Cesaret servetimin tek varisiydi. Hayata dair takıntılarımın ayarı düşmüştü.  Dünya vatandaşıydım. İnsana yakın kimliğinden dolayı Gogol’u kendime yakın hissediyordum. İnsan hem yaptığı hem de yapmadıklarının pişmanlığını yaşıyor yüreğinde. Ömrümüz insanın kendisini yok saydığı ortamlarda geçiyor. Üzüntüden ve acılardan o kadar kaçtık ki, karşılaştığımız küçük bir üzüntü bizim o fanustan yapılma dünyamızı başımıza yıktı. İçimizden yüzüne tükürdüğümüz insanların yüzüne, yüzlerine gülüyoruz. Hiç kendimizle gülüşmedik karşılıklı; kendimizle kalmadık bir türlü.

En büyük mücadelemiz hayatın coğrafyasında kendimize ait bir parsel yer almaktı. Yaşamamızı idame ettirmek için karşılamak zorunda olduğumuz ihtiyaçlarımızı gidermenin telaşı içinde geçiyor ömrümüz. Bu kutsal uğraş insanın kendisini anımsamasına izin vermiyor. Evden çıktığın an hayat seni çarkının dişlerinde öğütüyor. Bir tek evinde insan yalnızlığına sarılacak bir battaniye bulabiliyor. İletişim çağında yaşıyoruz. İletişim ağları hayatımızı her geçen gün daha çok kuşatıyor. Bu iletişim kuşatması altında nedense en yakın arkadaşımızı aramaktan, onunla konuşmaktan, ondan çaresizliğimizde bize yardım etmesini istemekten korkuyoruz. Aynı ev içinde konuşulan tümceler on dakikayı geçmiyor. İyi gün dostları da kötü gün dostları da içinde bulunduğun konuma göre değişiyor. Paran ve önemli bir sıfatın varsa hastana geçmiş olsun dilemek için çevrendekiler nöbet tutuyor adeta. Onlara gerekli olanı verme durumunda değilsen telefon açma masrafına dahi layık görmüyorlar seni.  Hayatın bana sunduğu en önemli kazanım insanların ihtiyaçlarına yanıt verecek konumdan uzak olmam dolayısıyla  insanların bana gerçek yüzlerini göstermesi oldu. Böyle böyle insan gerçeğine yakın oluyorum. Yoksa hayal dünyamda oldukça mutluyumdur. Hüzün ise insanı ömrü boyunca terk etmiyor. Geçici mutluluğun kıymetini bilmek ile kalıcı hüznün kıymetini bilmek arasında bir fark yoktur. İkisi de bilgelik gerektiriyor.

Bir şeyi değerli yapan o şeye duyulan özlemdir. Özlemse tüm güzelliklerin başında geliyor. Özlenene ulaşmak için çaba sarf etmek gerekiyor.  Bir konuda çabalamanın bile başlı başına bir insanın kendini düşünceleriyle yaratmasında ebeveyn rolü üstlendiğini insan çok sonraları fark ediyor. Geçmişe özlem duyuyoruz hepimiz.  Günümüzün yalnızlığını geçmişin içtenliğiyle sarıp sarmalıyoruz genellikle. Ne kadar az insan var karşısındaki insana bakıp söylediği sözden utanan. Öyle insanlar geçmişteki anlamlı paylaşımlara içtenlikle bağlı kalıyorlar. İyi günde de kötü günde de tek yürek olan insanların hâlâ var olduğunu bilmek insana güven veriyor.

Günlerin bize oynadığı en acımasız oyun yaşlılık değil, insanlığımızdan bizi uzaklaştırmasıdır. İnsanın en zor sınavı dostunun yanında olduğu gibi düşmanının da yanında olmasıdır zor günde. Kırgınlıklar yeni kırgınlıkları değil barışmaları getirmeli. Biziz bu çarkın kesintisiz dönmesini sağlayan. Güçsüz olmaktan bize güçsüzlüğümüzü anımsattığı için korkuyoruz. Güçlü insanlardır bizim idolümüz. Çünkü ayakta durmak için başka insanların gücüne tutunmamız lazım. Çünkü kendi güçsüzlüğümüzü o insanların gücünde ödüllendirmemiz lazım. Hırsın senin hayatındaki karşılığı inandıklarını savunmaktı. Ruhun mevsimler gibi değişken değildi sevgili Gogol. Sen kendine çok fazla saygı duyarak yaşıyorsun. Sana bu yüzden imreniyorum. İnsanlar seni kalbinden yaraladı. Kalbin tanıdıkların için atış pilogramı olmasına rağmen kendine saygını yitirmedin. Herkes ama herkes sadece yaşamak için yaşarken sen niçin yaşadığını biliyorsun. Neden hiç kimse sana ulaşamıyor? İnsanlar seni aşağılayamayacaklarını biliyorlar. Onlara bu gerçeğin farkına nasıl vardırıyorsun? Hayatında hiç kimse aşağılandığı için ölmüyor. Özgürlüğüne düşkün birçok insan eline tutuşturulan bir ekmek karşılığında özgürlüklerinden vazgeçiyor. Ben senin hiçbir şeyi kabullenmediğini gördüm. Bu yüzden mi hayata sımsıkı bağlısın? Doğayı tamamlayan her şey senin için bir anlam ifade ediyor. Sen her zaman sınırlarını aştın. İnsanlar kendi dert ve tasalarından köşe bucak kaçarken sen başkalarının dertlerini ve tasalarını kendine dert ve tasa edindin. Gördüğün, duyduğun ve hissettiğin hiçbir duyguya umursamazlık etmedin. Senin yaşamını şekillendiren şeyler kabullendiğin değil kabullenmediğin şeyler oldu. Evet, sevgili Nikolay Gogol, bunlar senin kişiliğin hakkındaki düşüncelerim. Bu düşüncelerimi senin yüzüne karşı söylemeyi çok istiyorum. Umarım bu çağrıma kulak verirsin, bu dünyadaki serüvenini tamamlamış olsan bile. Nasılsa ruhların ölümsüz olduğunu düşünüyorum; tıpkı yapıtlarının ölümsüz olduğu gibi. Ormanda yürürken kafamda bu tür düşüncelerle cebelleşiyordum. Yorulmuş olacağım ki, sırtımı bir çınar ağacına dayadım, etrafımı seyretmeye başladım. Elimdeki yapıtta Gogol hakkında yazılanları okuyordum. Bir an yanıma bir bayın yaklaştığını fark ettim. Görür görmez onu tanımıştım. Karşımda duran Bay Gogol’du. Bana sevgiyle baktı. Yanıma oturdu. Elimdeki kitabı aldı. Kendi hakkında yazılanları okudu. Bir süre benim gibi çevreyi seyretti. Bana gülümsedi. “Ben de seninle doğaçlama bir söyleşi yapmak istiyordum yazım sanatım hakkında. Sorularını yanıtlamak için karşındayım. Ormanları ben de çok severim. Oksijeni ciğerlerime çekmeyeli yıllar olmuştu. Yeryüzünde olmaktan memnunum.”

“Sevgili Gogol,  Ölü Canlar ile Müfettiş yapıtların hakkındaki düşüncelerini benimle paylaşır mısın?”

“Sevgili Bedriye toplumsal düşünen Rus eleştirmenleri Ölü Canlar ile Müfettiş’te Rus taşrasındaki sosyal tabakanın kınandığını düşündüler; böylece asıl önemli noktaları gözden kaçırmış oldular. Benim kahramanlarım köy ağaları ile memurlardır, hepsi o kadar. Bulundukları çevre ve sosyal koşullar önemsiz etmenlerdir; tıpkı Mösyö Bloom’unVişni-Voloçok’taki bir öğretmenin karısı olabileceği gibi. Benim kahramanlarımın içinde bulundukları çevre koşulları gerçek hayatta nasıl olursa olsun ben onları kendi dehama göre uyarladım. Ölü Canlar’da paşlyaki ve paşlyaçki’yi  kabarık ölü canlar koleksiyonu benim ağız tadım ile tuhaf ayrıntılar zenginliğiyle betimliyordum ki, bu da kitabın bütününü  destansı şiir seviyesine yükseltiyor. Benim tarafımdan Ölü Canlar’a ince bir düşünceyle eklenmiş esrarengiz alt başlık da şiirdir zaten. Çiçikov’un esasen gerçekçilikten kopuk bir dünya içindeki esaslı gerçekdışıcılığı, içinde yaşayan bir budala olarak kendini belli etmektedir; çünkü her hareketinde gaf üstüne gaf yapar. Hayaletlerden korkan bir kadından ölü canlar almak ahmakçadır; zira kendini beğenmiş kabadayı Nozdrev’le böyle uygunsuz antlaşma yapmak akılsızlıktır. Çiçikov’un suçu sıradan bir suçtur; onun yazgısı içimizde duygusal bir tepki uyandırmaz.  Çiçikov’un satın aldığı ölü canlar kâğıt üzerindeki isimlerden ibaret değildir. Bunlar benim dünyamı sert kanat çırpınışlarıyla dolduran ölü canlardır; Manilov’un ya da Karaboçka’nın N. ilindeki ev hanımlarının, yapıtta boy gösteren sayısız başka küçük insanın sarsak ruhlarıdır. Ben şeytanın varlığına Tanrı’nın varlığından daha çok inanıyordum.  Çiçikov doğuştan kara yazgılıdır ve o kara yazgısına doğru, ancak N.ilindeki paşlyaki ve paşlyaçki’lerin kibar ve hoş bulacağı bir şekilde, hafifçe sağa sola sallanarak yürür. Andrey Bely Ölü Canlar’ın ilk cildinin tamamı için şunları söylemiştir: “Canlar”ın ilk cildinin tamamını, kendi ekseni etrafında dönerek bağlantılı çubuklarını seçilmez kılan bir tekerlek gibi değerlendirmiştir; toparlak Çiçikov’un yaşamının her döngüsünde tekerlek teması yeniden peydahlanıyordu.” Müfettiş piyesinin arka planının dokusuna canlılık veren yan karakterleri toparlamaktan haz alıyordu eleştirmenler. Çiçikov’un maceralarının seyrinde etkili olmasa da Çiçikov tanıştığı toprak sahipleriyle birlikte sahnedeki yerlerini alırlar. Yan karakterlerin sahnedeki yerlerini almaları teknik bakımdan bazı yetersizlikleri içinde barındırsa da, benim kullanıma hazır tuttuğum bir numaram daha vardır. Romanın yan karakterleri, çeşitli eğretilemelerin, mukayeselerin ve coşku patlamalarının yan cümlecikleriyle oluşturulmaktadır. Okuyucu canlı kahramanlar doğuran dikkat çekici konuşma biçimleriyle karşı karşıyadır. Şu örnekte olduğu gibi: “Hava bile isteyerek bu dekora uymuş gibiydi; güneşli bir gün de değildi, kapalı da;  sadece garnizon erlerinin giydikleri eski kaputlarda bulunan mavi-gri renkli bir gündü. O garnizon askerleri ki, hafiften sarhoş oldukları pazar günleri haricinde,  barışçıl bir asker sınıfıdırlar”. (s. 49). Graham’a göre Ölü Canlar Rusya’nın kendisiydi. Benim de ekonomik durumum düzelmişti, Roma’da Baden-Baden’de kışı geçirebilecek duruma gelmiştim. Bölüm 9’da da, ben ölü canların satın alınıyor olmasının ilde yarattığı canlandırıcı karmaşayı özel bir vurguyla aktarmak isteyince birdenbire yan karakterler ortaya çıkar. Yıllardır deliklerinden çıkmayan taşralı beyler birden ortaya çıkar vereceğim örnekte olduğu gibi: “Daha önce kimsenin duymadığı bir Sisoy Patnufyeviç ve bir Makdonald Karloviç -anılan ismin yaşamdan kopukluğunun ve bu insanın gerçekdışılığının, hayal içinde bir yalan olduğunun altını çizmek gerek- çıkmıştı ortaya; sonra, elinde mermi yarası bulunan, uzun, ince, inanılmayacak kadar boylu poslu -kelimesi kelimesine çevirirsek uzun mu uzun, hiç görülmemiş derecede boyu- biri…” (s.53). Aynı bölümde ben hiç kimseye ad takmayacağımı açıklıyorum çünkü hangi adı takarsam takayım kahramanlarıma imparatorluğumuzda bu addan biri mutlaka çıkacaktır ve o kişi ciddi alınganlıklar gösterecektir. Ben Çiçikov’un gizi hakkında çene çalan iki hararetli hanımın isimlerini açığa vurmasına engel olamadım;  o an karakterlerimin dizginleri elimden çıkmış, saklaması gereken gizi açığa vurmuşlardır. Ben özellikle bir uzaklık ve optik çarpıklık hissi vermek için bazı isimlerin yabancı kökenliye benzemesini tercih ediyordum. Bu isimlendirme telaşından salt insanlar değil, eşyalar da payına düşeni alıyorlardı. N. ilindeki memurların iskambil kâğıtlarına verdikleri evcil hayvan isimleri dikkat çekicidir. Benim eşyayı görme biçimimle okuyucunun eşyayı görme biçimi aynı kıyaslamaya tabi tutulabilir. Şu bir gerçek ki, Puşkin ortaya çıkmadan önce Rus edebiyatı yarı kör haldeydi. Andrey Bely, sadece hakiki dâhilerin eserlerinde bulunan o tuhaf bilinçaltı ipuçlarını izleyerek, bu sandığın Çiçikov’un karısı olduğunu belirtmişti. Aslında Çiçikov benim insanlığa ermemiş tüm kahramanlarım gibi iktidarsızdır. Pavel Çiçikov ne kadar Pickwick’e benziyorsa, Madam Koroboçka da Sindirella’ya o kadar benzer. Sabakeçiv heybetli ve cüsseli yapısına karşı kitaptaki en şiirsel tiptir. Ölü Canlar  iki kez yeniden canlanır: Önce onları kendi hantallığıyla donatan Sabakeçiv aracılığıyla, sonra da Çiçikov tarafından benim şiirsel yardımımla. Benim memleketimden uzaklığım Rusya’nın geleceğine uzaklığıma dönüştürmüştür. Ben bir şekilde kendi eserimin geleceğiyle özdeşleştirmiştim. Rusya’daki okuyucularım benden Ölü Canlar’ın ikinci bölümünü yazmamı beklediği için ben de kendimi bu cildi yazacağıma kendimi inandırmaya çalışıyordum. Bana göre Ölü Canlar Çiçikov’un N. ilinden ayrılışıyla sonlanmaktadır.”

“Ne zaman Rusya’dan ayrıldınız?”

“1842’de Rusya’dan ayrıldım ve bir seyyah olarak yurt dışında dolaşmaya başladım. Yurt dışında amaçsız dolaşırken bir yandan da kafamda Ölü Canlar’ın  ikinci kısmını yazmanın planlarını yapıyordum. Ölü Canlar’ın ikinci bölümünü yazmadan birinci bölümün okur tarafından tüm çıplaklığıyla anlaşılamayacağını düşünüyordum. İçten insanların Müfettiş’te yozlaşmaya karşı saldırı görmeleri gibi “Ölü Canlar’”da da memnuniyet ya da tiksinti içinde köleliği ayıpladıklarını öğrenmek beni çok rahatsız etmişti. Sahip olduğum dehanın insanlar üzerinde baskın bir rolü olduğunu algılıyordum. Bu yüzden bir vaiz oldum. Çünkü yapıtlarımın ahlakî yanlarını açıklamak için bir kürsüye ihtiyacım vardı. Din bana ihtiyacım olan ses tonlamalarını ve yöntemini kazandırıyordu. Sık sık bulunduğum çevreyi değiştirmek zorunda kalıyordum ruh sağlığım açısından. Ne kadar giyinirsem giyineyim uzuvlarım ısınmıyordu, ben de sürekli uzun yürüyüşlere çıkıyordum. Ne kadar hareket içinde olursam o kadar yazma ihtiyacı duyuyordum. Gel gör ki fazla hareket de beni yazmaktan alıkoyuyordu. İtalya’da konforlu şartlarda geçirdiğim kışlarda, posta arabasıyla oradan buraya gezdiğim dönemlerde bile daha az üretkendim. Dresden, Badgastein, Salzburg, Münih, Venedik, Floransa, Roma, Mantua, Verona, Innsbruck, Salzburg, Karlsbad, Prag, Grefenberg, Berlin… Sağlığımı düzeltmek için gezdiğim ülkelere bakılırsa bu aklı başında olan bir insanın yapacağı bir şey değildi. Benim için tek bir gerçek vardı o da yaratıcı dehamın giderek azalmasıydı. Ben çok az sayıda kitap yazdım. Hayatımın kitabını yazmak için yaptığım planlar Müfettiş, Palto, Ölü Canlar’ın ilk cildiyle ulaştığım zirveden sonra, yazarlığımın düşüşe geçtiği zamanları yaşıyordum o dönemde.”

“Vaizlik yaptığın dönemleri anlatır mısın? Neler yaptın o dönemlerde?”

“İlk yaptığı şey Ölü Canlar’da bazı değişiklikler yapmaktı, bu değişiklikler gelecekteki muazzam bir ulviyete işaret etmektedir.  Yurtdışındaki arkadaşlarıma yazdığım mektuplara dinî bir üslup sinmiştir. Ben sadece bir vaiz olarak toprak sahiplerinin, hoşnutsuz memurların tekrar taşradaki görev ve sorumluklarına dönmeleri için değil; aynı zamanda bana izlenimlerini aktarmaları için gereğinden fazla bir heves içindeydim. O dönemde yazdıklarım için aynı zamanda malzeme topluyordum. İnsanlığı seviyordum ve insanlığa katkıda bulunmak istiyordum ama bana bir şeyler verenin kişiliğiyle fazla ilgilenmiyordum. Elimdeki olguların tamamen çıplak olmasını istiyordum; aynı zamanda rakam dizileri değil, bütünlüklü kısa gözlem dizilerini istiyordum. Bu isteğimi olgunlukla karşılayanlar istediğim gibi çalışmışlar, taşrada, köylerde olup bitenleri bana mektup olarak yazmışlardı. Aldığım her mektup beni hayal kırıklığına uğratıyordu çünkü ben onlardan sadece tarif etmelerini istemiştim. Elimdeki malzemeyle yetinmek zorundaydım çünkü arkadaşlarım birer yazar olmadıkları için benim ihtiyacını duyduğum çıplak olguları bana ulaştırma konusunda yeterli birikime sahip değillerdi. Beni kızdıran tek başına dehamın bana yeterli olmaması ve benim de dışarıdan yardım alma ihtiyacı içinde olmamdı. Biyografi yazarları benim bu yöntemim üzerinde oldukça kafa yormuşlardı. Acizliğimin bilincine vardıkça bu gerçek kendimden ve başkalarından sakladığım bir hastalık hâlini almıştı. Bu uğraşımın nafile olduğunu söyleyenlere kızıyordum. Ben sipariş üzerine yazacak bir yazar değilim, diyordum. Kendimi Rusya için ve kendim için önemli bir yapıt yazacağıma inandırıyordum. Roma ve Rusya benim gerçek dışı dünyamda, daha derin bir birleşim oluşturuyordu. Benim gözümde Roma, Kuzey’in benden esirgediği fiziki zindeliğin efsununu barındıran yerdi. İtalya’da yaşarken burnuma kafayı takmıştım. Neyse ki bu takıntıdan erken vazgeçtim.  Bir İtalyan bayının maceralarıyla ilgili basmakalıp bir roman, birkaç dehşetengiz genellemeyle sınırlı kaldım. O sırada büyük Rus ressamı İvanov Roma’daydı. Yirmiden fazla “Mesih’in Halka Görünüşü” üzerinde çalışmıştı ve yazgısı birçok bakımdan bana benziyordu; tek fark vardı aramızda, o başyapıtını bitirmişti. İvanov da ben de ekmek parası kazanmak için hayatlarımızın eserini bir kenara bırakamadığımızdan yoksulluk içinde yaşamıştık. İkimiz de bizi yavaşlığımızdan ötürü paylayan insanlarca sıkboğaz edilmiştik. İkimiz de dünya meseleleri konusunda hırçın, eğitimsiz ve gülünç bir şekilde beceriksizdik. İvanov’un güzel betimlemesinde ikimizin ilişkisine dair şu vurguyu yapmıştım: “İnsan onun resimlerindeki ana figürle ilgili sözlerine bakınca işte O, ilahi bir huzur ve kutsal uzaklık içinde, hızlı ve sağlam adımlarla yaklaşmaktadır.”

“Dostlarla Mektuplaşmalardan Seçme Bölümler üzerinde ne düşünüyorsun?”

“Bedriye, bu mektuplar üzerinde çalışırken arkadaşlarıma yazdığım mektuplarda, söz konusu bölümler geçmez. Buna karşı mektuplarım gerek içerik olarak gerekse üslûp olarak bu bölümlere çok benziyordu. Mektuplarımı ilahî esinle yazmıştım; bu yüzden de oruç haftasında her gün okunması gerektiğini söylemiştim.  Örneğin beni dolandıran bir matbaadan söz ederken,  çok güçlü ve dünyevi bir dil kullandım. Arkadaşlarım için planladığım soyluca eylemler çok can sıkıcı yükümlülükler getiriyordu. Tanrı’nın elçisi olmak şeklindeki konumumu çok kişisel amaçlarım için kullandım. Aksakov, benim tembihlerimden duyduğu rahatsızlığı şöyle ifade etmişti: “Sevgili dostum, inançlarınızdan ya da arkadaşlarınıza karşı iyi niyetinizden hiç kuşku duymadım, lakin açıkçası, inançlarınızın aldığı biçimden sıkıntı duyduğumu itiraf ediyorum; sıkıntının ötesinde korkuyorum. 53 yaşındayım. Siz dünyaya gelmemişken Thomas Kempis’i okumuşluğum var. Sırf başkalarının fikirlerini kabul etmiyorum diye, o fikirleri ayıplayamam. Sanki okul çağında bir çocukmuşum gibi sözler etmişsin bana… Hem de sahip çıktığım fikirleri hiç bilmeden… İsa’ya Öykünmek’i okumak… Üstelik hep aynı saatte, sabah kahvemi içtikten sonra, her gün bir bölüm; bir ödev gibi adeta… Hem gülünç hem de sinir bozucu.” Ben söylediklerimi yapmaya kararlıydım. Attığım her adımda Ölü Canlar’ın ikinci ve üçüncü ciltlerinin gizemini ele geçirdiğimi düşünüyordum. Ayrıca “Seçme Bölümler”  kitabı bir testti.  Okuru Ölü Canlar’ı alımlayabilecek zihin yapısına sokmanın bir aracı olduğunu savunuyordum. “Seçme Bölümler”in ana teması toprak sahiplerine, taşra memurlarına ve genel olarak Hıristiyanlara verdiğim tavsiyelerden oluşur. “Seçme Bölümler”i okuyanlar bu metinlerde bir bakıma, benim enfes grotesk karakterleri gerçek kişilere yansıttığımı söyleyebilirler. Kitaba ait gelen sövgü, şikâyetlere karşı cesur bir tavır takındım. Kitabı marazi bir ruh hâli içinde yazdığımı kabul etsem de yazım sanatının bu türünde yeni olduğumu, Şeytan’ın işe karışmasıyla bu denli kibirli yazdığımı savunsam da, tıpkı Hlestakov gibi geri duramadım.  Kitabı yazmaya mecbur kaldığımı şu üç sebebe bağlıyordum: “Kitap sayesinde insanlar bana ne olduğunu göstermişlerdi; yine kitap sayesinde bana ve onlara, kendilerinin ne olduğunu göstermişti; nihayet kitap gök gürültülü bir sağanak gibi atmosferi temizlemişti. Kitap sayesinde yeni kamuoyunu Ölü Canlar’ın ikinci bölümünü alımlamaya hazırlamıştım.”

“Daha sonraları neler yaptınız başyapıtınızı tamamlamak için?”

“Yurtdışında geçirdiğim uzun yıllar ve Rusya’ya yaptığım telaşlı ziyaretler arasında başyapıtımı tamamlamak üzere notlar alıyordum. Beynimde yavaş yavaş şekillenmişti yapıtım. Ölmeden önce bu yapıtı tamamlamak istiyordum. Kitabı yazmadan önce ihtiyacım olan kuvveti almak için Kudüs’e seyahat ettim. Tıpkı çaresiz insanların Kutsal Bakire’ye yalvarması gibi. Bu seyahate geç çıkmamın bir başka nedeni de gönlüme göre bir yol arkadaşı bulamamamdı. Nihayetinde kutsal yolculuğumda bana arkadaşlık eden mektup arkadaşlarımdan bir bayan benimle  Moskova’nın dışındaki şehir bariyerine kadar geldi, benim polislerle kafa karıştırıcı davranışlarımdan biriyle başlamıştı yolculuğumuz. Polisler vesikalarımızı görmek istediler, memurlardan birisi ikimizin hangi ülkeden ayrılmakta olduğunu öğrenmek istedi. Ben “Bu küçük yaşlı hanım” diye haykırarak Madam Şeremetrev’i uygunsuz bir vaziyette bırakıp arabama atlayıp uzaklaştım. Anneme yerel kilisede okunsun diye bir dua göndermiştim. Bu duada Tanrı’nın beni doğudaki soygunculardan koruması ve denizden geçerken midemin bulanmasını önlemek için yalvarıyordum. Sonuçta yolculuk boyunca kustum. Bu yolculuğun gerçekleştiğine dair resmi kanıt yoktur. Sonuç olarak nasıl ki, Alman sanatoryumları bedenime fayda etmemişse kutsal topraklar da ruhuma fayda etmemişti.”

“Ölü Canlar’ın devamını nasıl getireceğini düşündün mü bu arada?”

“Sevgili Bedriye, ölümüme kadar geçen on yıl boyunca Ölü Canlar’ın devamını nasıl getireceğimi derin derin düşündüm. Hayatımı yoktan var eden büyülü yeteneğimi kaybetmiştim. Bu arada durmaksızın romanın devamını nasıl getireceğim diye düşünürken aklıma aynı dokuyu kullanarak farklı bir amaç üzerinde yoğunlaşarak yapıtı tamamlayabileceğim fikri geldi. Ben sanatın özellikle de hasta ruhlarda bir uyum ve huzur hissi yaratarak hasta ruhları iyileştirdiğine inanıyordum. Bu iyileşmenin yüksek dozda didaktik ilaç da içermesi gerekiyor. Ulusun kusur ve erdemlerini, okurların bu erdeme sabır göstermesini, kusurlarından vazgeçecek şekilde betimliyordum kafamda. Ölü Canlar’ın devamıyla ilgili çalışmamda karakterlerimin her yönleriyle erdemli olmasalar da, onları birinci bölümdeki karakterlerimden daha etkin kılmak istiyordum. Bu karakterlerimin herkesin beğeneceği karakterler olmasını arzu ediyordum. Benim hayalimdeki okura vaat ettiğim şey olgulardı. Şu saptamayı yerinde buluyorum yazın görüşüm hakkında: “Rusların hilkat garibelerinin “adi hususiyetle”, “kendini beğenmişlik içindeki kalabalıkları ve tuhaflıklarıyla”  tekil bir sanatçının kutsal şeylere saygısızlık içeren şahsi bakış açısıyla temsil etmeyeceğini söylüyordu; onun temsilinde “Rusların ulusal tabiatları tam anlamıyla, barındırdığı iç kuvvetlerin zengin çeşitliliği içinde ortaya çıkacaktı. Bir başka deyişle “ölü canlar”, “yaşayan canlar” haline gelecekti.” (s.90-91). Benim niyetim yazmayı başaracağım şeyin Tanrı esini çizgisinde olması gerekiyordu. Başlangıçta yaratmayı hayal ettiğim karakterlerin Rus tutkularının ruh hâllerini,  ideallerinin zenginliğinin bir karışımı olarak her açıdan erdemli değilse de önemli kılmak niyetindeydim ama kalemim düşündüğüm gibi işlemiyordu; en sona geldiğimde karakterlerimin saflıklarını yitirdiğini gördüm. Elbette farklı çıkış yolları aramam gerekiyordu. İyi olan başka yabancı karakterler yaratmam gerekiyordu. Ne yazık ki bunları erdemli hâle getirmeye çalışırken her yönüyle erdemli olmayanların uygunsuz ataları yüzünden büründükleri tuhaf biçimlere varacaktı. Değerli bir din adamı benim yazarlığı bırakarak diğer din adamları gibi ruhumu öteki dünya için hazırlamam konusunda bana yalvardı. Ben ise kilise benim içimdeki yazma iştiyakına boyun eğdiği takdirde Ölü Canlar’daki karakterlerin ne kadar iyi olacağını, Tanrı’nın bu iştiyakı bana nasıl aşıladığını Peder Matthew’a göstermek için elimden geleni yaptım. Birçok insan basit konuları ele alarak yazar olarak ortaya çıkıyor. Oysaki bende Tanrı yeteneği bir yazma dehası vardı. Neden bu yeteneğimi kullanmayayım? Üstelik bu yeteneğim sayesinde insanları daha erdemli, Tanrı’nın yolundan gitmeye daha hevesli kılabilirdim. Ben on yılımı kiliseyi memnun etmek için harcamadım. Gerçekte yapmak istediğim şey hem sanatçı hem de keşiş Gogol’u ölümsüz yapmaktı. Ölü Canlar’ın tamamını yazmaya döktüğümde başarmak istediğim üç şey şuydu: Suç, ceza ve kefaret. Bu amacıma ulaşmam imkânsızdı. Benim emsalsiz deham hareket özgürlüğüne sahip olduğu takdirde her türlü basmakalıp düzeni yerle bir ederdi; ayrıca benim ana rolüm yani günahkârlık rolünü saçma bir şekilde uygunsuz birinin üzerine yıkmıştı. İkinci bölümün korunabilen az sayıdaki bölümünde ben sihirli gözlükleri, görüntüyü bulundurmaktayım. Bununla birlikte sahanın tam ortasında kalan Çiçikov her nasılsa odak düzleminden biraz çıkar. Bu bölümlerde birkaç enfes kısım var ise de, bunlar Birinci Bölüm’ün yankılarından ibarettir. İyi karakterler, tutumlu toprak sahibi,  azizlere benzeyen tacir, tanrısal prens ortaya çıktığındaysa insan sanki mükemmel yabancılar, bildik şeylerin kasvetli bir dağınıklık içinde durduğu esintili bir evi ele geçiriyormuş gibi gelir. (S. 93). Buradaki iyi insanlar benim dünyama ait olmadıkları için sahtedir. Ölü Canlar’ın devamını beğenmediğim için yaktım.”

“Buraya kadar elimdeki yapıta fazlasıyla bağlı kaldım. Yer yer aynı cümleleri değiştirmeden yazmakta beis görmedim. Özel hayatın hakkında neler söylemek istersin sevgili dostum?”

“Sevgili Bedriye, NikolayVasilyeviç Gogol olarak 20 Mart 1809’da Poltava bölgesinde Mirgorod’da,  Kazak bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. 1828’de Petersburg’a giderek sivil hizmetlerde işler buldum ve edebiyat çevrelerine ilk adımımı attım. Ukrayna’daki yaşamı ele aldığım kısa öykülerden oluşan Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Yaşam (1831)  adlı çalışmam umut veren çalışma olarak algılandı. Dört yıllık bir aradan sonra çıkan Mirgorod’da yer alan ve 16. Yüzyılda yaşayan Kazakların yaşamını ele alan “Taras Bulba” öykümü 1842’de romana dönüştürdüm. 1836’da bürokrasi memurları üzerine mizahi bir çalışma olan Müfettiş yayımlandı. Yanlışlıklar üzerine kurulu bir komedi olan bu çalışma birçokları tarafından Rus edebiyatının en göze çarpan oyunlarından biri olarak kabul edildi. 1826’dan başlayarak sonraki yirmi iki yılımı Roma’da geçirdim. Ölü Canlar yayınlandıktan sonra İngilizceye çevrildi. 1834’te yayımlanan “Bir Delinin Hatıra Defteri”, “Neva Bulvarı” yapıtlarımda Puşkin’i izleyerek “küçük adam” temasına yönelerek bu tür anlatım tarzını “Palto” adlı uzun öykümde sanatsal bir olgunluğa ulaştırdım. Yapıtlarımda kullandığım dil ve yazdıklarımın yaşamda bir karşılık görmesi eserlerimin birçok dünya dillerine çevrilmesine yardımcı oldu. Bu da beni ünlü bir sanatçı yaptı. Puşkin benimle ilk karşılaştığında beni “dürüst, zorlamasız, ince elenmiş, havai ve şiirsel” bir yazar olarak tanıtmıştı. 4 Mart 1852’de Moskova’da öldüm.”

“Verdiğin bilgilerden ziyade dostluğun için sana yürekten teşekkür ederim sevgili dostum.”

“Asıl ben sana teşekkür ederim sevgili Bedriye.”

Bedriye Korkankorkmaz

Kaynak:  Rus Edebiyat Dersleri. Vladimir Nabokov. Türkçesi: Yiğit Yavuz, Fatih Özgüven, Ayşe Nihal Akbulut. İletişim Yayınları. S. 42-102.

Kaynak: Gogol. Bir Delinin Hatıra Defteri. Türkçesi: Mazlum Beyhan. Sosyal Yayınlar. S.1.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.