Ömer
Sağıma soluma baktım sanki aradığımı bulacakmışım gibi. “Nasıl bilmezsin Hikmet Ağabey? Dün gece burada düğündeydi!”
Ellerini öne uzatarak boş avuçlarını gösterdi. “Ömer gelin hanımı sormuyorsun ki bana, arkadaşını soruyorsun.” Kalın kaşlarını çattı gerginliğinin altını çizer gibi. “Sen neden arıyorsun bu kızı?”
Oflarken elimi saçlarımın arasından geçirdim. Aydınlığın ortasında kaybolmuştum sanki. Bulamamıştım Esin’i. Adada onu aramadığım yer, sormadığım esnaf kalmamıştı. Hikmet ağabey de onlardan biriydi. İskeleye yakın küçük bir hediyelik tezgâhı vardı. Zeytin çiçeği kolonyaları meşhurdu.
“Boş ver Hikmet ağabey, boş ver.”
İskeleye çevirdim bakışlarımı. Nereye kaybolmuştu? Çok güzel bir kadındı Esin hiç şüphesiz. Adanın yerlisi olmayanlar bile kolayca bilinirken onun bu güzellikle kimseye görünmemiş olması tuhaftı. Tirilye küçük yerdi, birileri onu görmüş olmalıydı.
Uzaklaştım Hikmet ağabeyin tezgâhından. Burnuma çalınan deniz ve yosun kokusuyla doldurdum nefesimi. Yaşadığım hayal kırıklığından kalan kesiklere tuz basılıyordu sanki. Çılgınca bir şeydi kalkıştığımız ama ne normaldi ki bu zamanda? Tamam, kimse gecenin bir vakti tanıştığı bir kadınla evlenmezdi belki… Ama ona aldığım leziz şeyleri yerken izlemeliydim onu. Mimiklerini merak ediyordum. Herhangi bir şeye vereceği tepkileri ya da kaşlarının alacağı şekli. Onu öğrenmek, tanımak istiyordum. Gitmek istiyorsa, pişmansa bana söylemeli ve öyle gitmeliydi. Böyle hiçliğe karışmak niyeydi?
Düşüncelerim iskeleye giden bir gemiydi sanki, beni dalgınlığa sürükleyip akıntıya emanet etmişlerdi. Ayaklarımın önüne serili mavilikle buluştu yansımam. Üzgündüm. Son derece kırgındım da. Neye kırıldığımı bile bilmiyordum. İçim öylesine daralıyordu ki yine bir nöbet gelecek diye endişe duyuyordum. Tirilye’nin eşi benzeri olmayan hava akımı bile çare olmuyordu.
“Ömer?”
Arkamdan gelen tanıdık sese doğru döndüğümde Ünsal ağabeyle karşılaşmıştım. Kaptan şapkasını kolunun altına sıkıştırmış, aheste adımlarla yanıma geliyordu. Hayatımı Esin’le birleştirmek konusunda ilk adımı gerçekleştiren yüreği güzel kaptan.
“Ne arıyorsun burada?”
“Kaybettiğimi.” Belki de kendimi…
“Nedir kaybettiğin?” dediğinde yanıma ulaşmıştı bile. “Düşünceli gördüm seni.”
“Esin.” dedim yalnızca.
Gülümsedi Ünsal Kaptan. “İlk günden kaçırdın mı kızı?”
“Kaçırmadım ama onu kaçırmalıydım. Dağın başına götürmeliydim.”
“Sen ciddisin.” dedi endişeyle. Kaşları merakla havaya kalmışlardı. “Ne oldu anlat istersen.”
Başımı biraz yukarı kaldırdım. “Boş ver ağabey. Sefere mi çıkıyordun?”
“Evet, İstanbul’a gideceğim. Gel istersen sen de.”
“Biletim yok.” dedim boş bulunarak.
Ağır ağır güldü. “Seni kaptan köşkünde ağırlarım.”
Ünsal Kaptan motoru çalıştırıp kumanda mahallindeki yerini aldığında ne işe yaradığını bilmediğim sayısız düğmeye basmıştı. Önündeki küçük ekranda sonardan yansıdığını tahmin ettiğim görüntü vardı.
“Anlat bakalım Ömer.” derken deniz otobüsü iskeleden uzaklaşmaya başlamıştı. “Gelin hanım nerede?”
“Bilmiyorum. Keşke bilsem. Bu sabahtan beri kayıp.”
Başını eğip bana baktı. “Kaçak gelin.”
İstemeden güldüm. “Öyle görünüyor.”
“Nasıl bulacaksın onu?”
“Adını ve soyadını biliyorum.” dedim. “Hem nikâhın gerçekleşmesi için gerekli mecralara teslim etmem gereken kâğıtlar var. Resmen eşim olduğunda polise gideceğim.”
“İyi de bu kız seni bırakıp gitmiş oğlum. Boş ver kâğıdı evrak teslim etmeyi. Nikâh akdi gerçekleşmesin, herkes yoluna baksın.”
Yere bakıyordum boş boş. Gri ayakkabılarım zeminle pek bir uyumluydu. “Olmaz Ünsan ağabey. Bir iş var bunun içinde. Durduk yere beni bırakıp gitmesi olacak iş değil.”
Nasıl da kendimden emin konuşuyordum. Oysa tanımıyordum bile onu. Belki de söylediklerimin doğru olmasını umuyordum. Onu bulmalıydım.
Düşüncelerimle boğuşurken bir kadın sesi ulaştı kulaklarıma. “Şimdi seni mahvettim!”
Kaşlarımı çatmıştım. Ses öylesine tanıdık gelmişti ki. Tam kumanda mahallinin kapısını açıp dışarı bakacakken Ünsan ağabey seslendi. “Ömer bak bak, şunlar geçen izinsiz ağ atanlar.”
Yanına gidip eliyle gösterdiği tekneye baktım. “Pek de küçük bir tekne.”
“Evet ama yine de haksız kazanç sağladılar. Ben şikâyet ettim onları. İnşallah tekrarı olmaz.”
“Niye suda peki?” diye sordum.
“Yolcu turu yapıyor şu an.” güldü göbeğinin sallanmasını engellemek ister gibi ellerini oraya yerleştirerek. “E tabii av mevsimi değil. Kıyarlarsa yavru balıklara, biz de onlara kıyarız.”
Başımı salladım.
Birden kapı açıldı ve sefer görevlilerinden biri içeri girdi. “Ünsal ağabey, yolculardan biri fenalaştı. Ne hikmetse her yerde bulunan ‘ben doktorum’ diye çığıranlardan biri bile yok yolcuların içinde.”
“Nesi var?” diye sordum.
“Hiç bilmiyorum baygınlık geçiriyor.”
“İlk yardım eğitimi aldım ben. Bilmiyorum faydası dokunur mu?”
Başını salladı telaşla. “Gel gel, hiç yoktan iyidir.”
Görevli önden giderken Ünsal ağabeye baktım. “Sen?”
“Ben kalayım.” dedi. “Deniz bugün pek bir hırçın.”
Seri adımlarla kumanda mahallinin kapısından çıkıp merdivenlerden inmeye başladım. Tam bu anda deniz otobüsünden derin bir gıcırtı sesi geldi. Ayaklarımın altındaki zemin titredi ve sert bir darbe almışım gibi yana doğru savruldum. Başıma aldığım sert darbeyle dengemi kaybetmem ve birkaç basamak aşağı kaymam bir oldu.
Biraz önce birinin kurtuluşuna beni götürmen için heyecan duyan görevli yanıma geldi. Başımı inceledi. “Fena çarpmışsın. Sen burada kal, sana buz getireyim.”
Elimi kafamın yan tarafına sürttüğümde parmaklarıma bulaşan ıslaklığı hissettim. “Harika!”
~
Beyaz çarşaflar, beyaz duvarlar, beyaz floresanlar ve beyaz olan çok fazla şey. Aşina olduğum ancak yine de hiç sevemediğim bu mekân beni boğuyor gibiydi. Hastaneleri sevmezdim. Çocukluğumda edindiğim bu huy yetişkinliğime erişmiş ve muhtemelen benim henüz ulaşamadığım yaşlılığıma da değinmişti.
“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz Ömer Bey?”
Ayakucumda dikilmekte olan doktorun yüzünde endişe pırıltısı olmasa da bundan emin olmak istediği anlaşılıyordu.
“İyiyim.”
“İyidir tabii.” dedi hemen yanı başımdaki Ünsan Ağabey. “Daha yapacak çok işi var.”
İması beni gülümsetirken başımdaki acı gülümsememi silmişti. “Ne demezsin.”
“Bir gece müşahede altında tutacağız sizi Ömer Bey.”
“İyiyim ben.” derken kalkmaya çalıştım.
“Kafa travmalarında rutin bir yol vardır izlenmesi gereken. Lütfen sizi misafir etmemize izin verin.”
Ünsal ağabey omzuma dokundu. “Doktoru dinle.”
Derin bir nefes alıp verdim. “Peki o halde.”
Doktor bir baş selamı verip kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında bir kadının bağırışlarıyla karşılaştık.
“Nerede o doktor?” diye bağırıyordu kadın. “Annem hâlâ iyi hissetmiyor!”
Doktor birden kapıyı kapatıp bize döndü. Merakla ona bakıyordum.
Ünsal ağabey başıyla kapıyı işaret etti. “Bizim seferde fenalaşan kadın da buradaymış, Mesut söyledi, seferde görev alanlardan biri.”
“Evet, sizinle gelen kadın.” dedi doktor. “Çılgın biri.”
Ünsal ağabey, “Ne çılgınlığını gördünüz?”
Doktor güldü. “Anlatmam hoş olmaz.”
Hemen yanında duran ve varlığı silikleşen hemşire araya girdi. “Tamer Bey hastamızın kızıyla yemek yemiyor diye kadın taburcu olmak istemiyor.”
Tamer denilen adam hemşireye uyarı dolu bir bakış gönderdi. “Didem Hanım…”
Kadın omuzunu silkti. “Hastaneyi ayağa kaldırdılar anne kız. Kız, annesi tedavi edilsin diye uğraşıyor, annesi de iyi bir oyuncu olarak, Tamer Bey onun çöpçatanlık teklifini kabul etsin diye taburcu olmuyor. Oysaki yatış sebebi reflü sancısıydı.”
İşte kızını evlendirmek için can atan bir anne daha. Esin gibi…
Kapının dışındaki kadından ilginç sesler gelmeye başladığında doktor telaşla kapıyı açtı. Kapı önünde bir arbede yaşanırken görüş açım Ünsal ağabeyin önüme geçmesiyle kısıtlanmıştı. İlgili bir tavırla ateşim var mı diye kontrol ediyor, bana iyi olup olmadığımı soruyor ancak hemen ötemizde yaşanan karmaşayla pek ilgilenmiyordu.
“Annemi iyi etmeniz gerekmiyor mu?” diye sordu, yalnızca sesini duyup yüzünü göremediğim kadın.
Sesi fazlasıyla tanıdıktı. Nereden aşinaydım ben bu sese?
Doktor dışarı çıkarken biraz doğruldum ama görebildiğim tek şey eşikten geçmekte olan hemşire ve doktordu.
“Lütfen sakin olun.” diyordu Tamer Bey.
“Ünsal ağabey, çekil az.” dedim.
Söylediğim yerine getirilse de sesin sahibini göremiyordum ancak beni baştan ayağa sarsan o kelimeleri duydum.
“Buyurun Esin Hanım,” dedi doktor. “Odamda konuşalım.”
Çağla Fulya & Agâh Ensar Can