Bir Annenin Rüyası

Karanlığın ortasında yankılanan çığlıklar zedeliyordu kimliğimi. En kıymetlim kayıp gidiyordu avuçlarımdan, yine benim yüzümden. Ben kimdim? Kimindim? Kiminleydim? Yakama yapışan çelik eller benden kıymetli bir şeyimi istiyor gibiydi. Veremezdim. Nasıl verirdim?

Yazın ortasıydı. Bir sabah uyandığımda bedenim bana haber vermişti bu mucizevi ziyareti. Telaşlı değildim. Heyecanımı dizginlemiştim. Yalnızca sakindim. Sakin ve tedirgin aynı zamanda. Çünkü büyük kavuşmanın umudu, beraberinde korkuyu da getiriyordu. Aksilik olma ihtimali yüreğimin orta yerinde başlamaya yüz tutmuş bir savaşın habercisiydi.

Sağlık çalışanlarının ev bildikleri kuruluşa geldiğimde hislerim aynı düzeydeydi. Sadece yenileri ekleniyordu. Merak… Nasıl olacak?

Bedenimde zerre acı yoktu. Bu iyi haber diye düşünüyordum ancak çok sonra anlamıştım pek de öyle olmadığını. Geleni karşılamak adına acı çekmem şarttı. Acı bir nevi hazırlıktı. Aynı zamanda gelecekteki soyut acıların da ön gösterimiydi. Çünkü kolay büyümüyordu pamukta yetişen fasulye.

Beyaz çarşaflar, beyaz duvarlar, beyaz perdeler ve mavi gökyüzünü bana sunan temiz pencereler.. Hastane odaları sevimsizdir ama ben hasta değildim, çetin bir savaşta kahraman olmaya gelmiştim. Çevremde dört dönen hemşireler, yüzlerinden hiç eksik etmedikleri gülümsemeyle bana destek olmaya çalışıyor gibiydiler. Oysa tek destek minik darbelerle bana eşlik edenden geliyordu.

Onu ilk öğrendiğimde doktor muayene sırasında ultrasonda görememişti, “Muhtemelen düşük,” demişti.

İnanmadım.

Birkaç hafta sonra acı bir belirtiyle hastane yolunu tuttuğumda bu sefer de, “Gelişimi geriden geliyor,” denildi.

Umursamadım.

Biraz zaman geçti. “Şu testin yapılması şart, birkaç şeyden şüpheleniyoruz,” dediler.

“Test kötü sonuçlanırsa bu hastalık önlenecek mi?” diye sordum.

“Hayır,” denildi. “Yalnızca öğrenmiş olacaksınız ve onu dünyaya getirip getirmemek konusunda karar verebilirsiniz.”

“O halde teste gerek yok çünkü her ne olursa olsun ondan vazgeçmeyeceğim,” dedim.

Aradan biraz daha zaman geçti. “Ölebilir, tutunamıyor sana,” dediler.

Ben tutundum ona. Öyle sıkı tutundum ki bugünlere beraber gelebildik. Kutu kutu ilaçlar kullandım. Yeri geldi yerimden kalkamadım ama ona sımsıkı tutunmaktan asla vazgeçmedim.

Bedenimde zerre acı yoktu. Bu iyi haber diye düşünüyordum ancak değildi. Onu karşılayabilmem adına acı çekmem gerekirdi. Acı, ona kavuşmamı daha anlamlı hale getirecekti. Çünkü kolay büyümüyordu kaldırım taşlarının arasında filizlenen papatya.

Serum yoluyla dolaşımıma yayılan ilaç ritmik kasılmaların önünü açtı. Bir saat geçti, iki saat geçti, beş saat geçti… Zorlu savaşım bir türlü nihayete ermiyordu. Küçük darbeler kesilmişti. Sanki tüm kemiklerim tekrar tekrar kırılıyordu. Sanki bedenimin her yerine sayısız darbe alıyordum. Acı öylesine yoğundu ki nefes dahi almakta güçlük çekiyor, sesimi çıkaramıyordum. Benim canım çok tatlıdır, parmağıma iğne batsa ağlarım ancak acı öyle keskindi ki, ağlayamıyordum. Yorgundum. Odamın önünde dolaşıp doğru vakti bekleyen doktoruma bunu defalarca söyledim. Bana devamlı telkin verdi. Başarabileceğimi söyledi.

On ikinci saatin sonunda ek bir müdahaleyle geleni karşılamak için hazırlığa geçildi. Soğuk doğumhane… Öyle soğuktu ki… Yalnızca birkaç dakikada bitmişti savaşım ve kulağıma dolan tiz bir çığlık yeniden doğuşumu müjdelemişti. Beyazlar içerisindeki odama geri dönüp ömürlük misafirimi kollarıma aldığımda buraya geliş amacımı gerçekleştirmiş, kahraman olmuştum. Yumuşacık yanağına dokundurmuştum parmak ucumu. Soğuktu teni, üşümüş olmalıydı. Başımı eğip kokusunu içime çektim. Derlerdi de inanmazdım, bebekler bir başka kokuyordu.

Rendelediğim sabunlarla yıkayıp tozdan uzak kuruttuğum ve özenle ütülediğim minik kıyafetleri üzerindeydi şimdi. Çevresine sarılı battaniyesinde de adı yazılıydı. Ah minik… Bugünü öyle çok beklemiştim ki… Sen öyle güçlüsün ki, bana gelmek için öyle çok engeli aştın ki…

Bedenimde zerre acı yoktu. Onun ilk nefesine eşlik eden çığlığı kulaklarıma ulaştığından beri hissettiğim tek şey mutluluktu. Acım varsa bile hissetmiyor gibiydim. Yorgundum sadece. Yorgunduk…

Karanlığın ortasında yankılanan çığlıklar zedeliyordu hislerimi. En kıymetlim kayıp gidiyordu avuçlarımdan, sanki benim yüzümden. Ben kimdim? Kimindim? Kiminleydim? Yakama yapışan çelik eller benden kıymetli bir şeyimi istiyor gibiydi. Veremezdim. Nasıl verirdim?

Kundakta, yeni doğmuş bir bebek… Kaçırıyorlardı onu benden. Feryat figan ağlıyordum. Nefes dahi alamıyordum.

Gözlerimi açıp sıçrayarak kalktığımda göğsüm bir körük gibi inip kalkıyordu. Öylesine korkuyordum ki. Hızla yataktan çıkıp salona koştum ve gördüklerimle rahat bir nefes alabildim.

Anneannesiyle oynayan minik beni fark edince oyuncaklarını yere bırakıp koşarak yanıma geldi. “Anne!”

Eğilip minik kollarıyla beni sarmasının keyfini sürdüm ve onu kucağıma alıp sımsıkı sarıldım. Öptüm, öptüm ve öptüm. Hâlâ ilk kucağıma aldığım andaki gibi kokuyordu. Bu öylesine özel bir kokuydu ki yalnızca bir anneye hitap edebilirdi.

Başını geri çekip küçük elleriyle yanaklarımı sıktı hafifçe. “Anneannem bana bir şey dedi.”

Gülümsedim. “Ne dedi?”

Büyük bir mutlulukla, “Bugün senin gününmüş!” dedi. Kıkırdadı sonra da. Bir yandan da utanıyordu. “Anneler günün kutlu olsun!”

Ona daha sıkı sarıldım mümkünmüş gibi. “Teşekkür ederim bebeğim.”

Çağla Fulya

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.