Yataktan indi, parmaklarının ucuna basa basa yüzünü yıkamaya gitti. Ve şimdi benim odama doğru geliyor. Kafasını uzatıp usulca ve olanca gülümsemesiyle:
–Günaydın, dedi. Sonra geldiği gibi parmaklarının ucuna basa basa mutfağa yöneldi. Önce radyoyu açtı. Neşeli bir radyo kanalı buldu. Sonra fırının kapağını açıp içinden tepsiyi çıkarttı, yağlı kâğıdı yırtıp tepsiye yerleştirdi ardından ufak tefek bıçak, bardak, tabak sesleri… Aynı tanıdık sesler…
Eve geldiğim ilk günden beri saatini şaşırmaz hiç, erkenden kalkar. İlk bana “Günaydın!” der. Anlamsız gülümserim o günaydından sonra. İçimden kuş cıvıltıları gelir. Unuturum acıyan yerlerimi, günüm aydın olur.
Mutfaktaki sesler kesildi, demek ki kahvaltı hazır. Artık çocukları uyandırma vakti:
–Yusuf, Zeynep! Hadi kalkın bakalım. Kahvaltı hazır.
–Ne hazırladın anne?
–Patates
–Yaşasıııın!
Çocuklar neşeyle ellerini, yüzlerini yıkarken o eşini uyandırmaya gitti. Ardından neşeyle mutfağın yolunu tuttular. Hepsinin ayak seslerini tanıyorum. İlk giden Yusuf’tu. Çatal, kaşık, konuşma, radyo sesi eşliğinde kahvaltılarını yapmaya başladılar. O masada olmayı, onlarla aynı şeye gülmeyi, gözlerinin içine bakmayı ne kadar çok isterdim. Sohbetlerine katılamasam da gözlerindeki ışıltıyı, seslerindeki mutluluk tınısını, çayın kokusunu paylaşabilirdim. Onlar gülüp eğlenirken ben burada, öylece, büzülüp kaldım.
Kahvaltılarını bitirdikten çocukları öpüp koklayarak okula, Selim Bey’i de işe uğurladı. Geriye radyonun ve masanın toplanma sesi kaldı. Bir süre daha klasik sesler devam ettikten sonra odama önce buram buram Türk kahvesi kokusu arkasından bir elinde kahve fincanı diğer elinde bir sigara ve çakmakla o geldi. Yine gülümseyerek bana baktı ve:
–Sıkıldın mı, dedi.
Sıkıldım diyemedim. Tüm sözcükler boğazıma dizildi. Oysa sıkılmıştım olduğum yerde durmaktan hep beklemek zorunda kalmaktan, hareket edememekten. Her anında onun yanında olmak isterken buraya çakılı kalmak ağrıma gidiyordu doğrusu.
Pencereyi açtı, derin derin nefes aldı. Koltuğa yavaşça oturup üzeri zümrüt yeşili taşlarla süslü çakmağını çaktı. Sigarasının ucu kızardı. Avurtlarını içine çekerek derin bir nefes aldı. İçine çektiği dumanı boşaltmadan bir yudum da kahve içti. İçindeki dumanın bir kısmını burnundan bir kısmını ağzından boşalttı. Bir süre boşluğa bakar gibi baktı gözleri. Gözleri, aaah gözleri… Gözlerinde derin kederler gizli. Gözleri sanki yüzyıllık hüzne ev sahipliği yapar gibi. İçinde bu kadar yer edip gözlerine kadar kök salan acı neydi? Söylemez ki. Sevdiklerine hiçbir acısını söylemez ki.
O sigarasını içli içli çekerken baştan ayağa şöyle bir baktım: ağarmaya yüz tutmuş kıvırcık, kara saçlarına, geniş alnının ortasındaki bene, kalın kaşlarına, sürekli gülümsemekten kırış kırış olmuş gözlerinin kenarlarına, kemerli burnuna, ince, çizgi gibi dudağına, uzun çenesine, üzerine alelade geçirdiği fıstık yeşili sabahlığa, ayaklarındaki yünlü terliğe. “Nedir bu kadını bu kadar sevmeme sebep olan şey?” diye sordum kendi kendime. Ne kaşı ne gözü için sevdim onu. Onca kederine rağmen bana bakınca gülen gözleri ve şefkati için sevdim.
Şimdi onunla ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum. Önceki evimde evin afacan çocuğu üzerime saldırıp bütün gücüyle boğazımı sıkmıştı. Tabii ben de boş değilim, dikenlerimle, var gücümle savundum kendimi. Çocuk bastı yaygarayı. Selma Hanım hemen dibimizde bitti. Çocuğun elini görünce gözlerine nefret yükleyip söylenerek beni balkondan aşağı saksımla beraber fırlattı. Tutacak yerim kalmadı. Öldüm sandım. Meğer cennete düşmüşüm, onun ayaklarının dibine. Önce bir korktum. Nihayetinde insan, kendinden başka her şeyi yok etmeye meyilli. Ama o; tam orada, sevgi dolu gözleriyle, bitmek tükenmek bilmez şefkatiyle sardı yaralarımı. Beni kurtarıp kol kanat oldu. İnandırdı beni iyi insanların var olabileceğine.
Ben böyle duygulanırken o da kahvesinin son yudumunu aldı. Yumuşacık elleriyle sivri dikenlerimi sevgiyle okşayıp rutin işlerini yapmaya gitti. Bana yine beklemek düştü.
Özlem Polat