Buradan daha dışarı bir yer yok. Arayıp durduğumuz o havayı solumak için başımızı çıkaracağımız bir aralık bulmak istiyoruz. Nereden sonrası kara, kaç adım sonrası bataklık, nereden sonra boğuluruz, nasıl düze çıkarız? Günlerimizi, gecelerimizi heba ederek hesaplar yapıyoruz. Kimsenin bilmediği formüller bulup kimsenin duymadığı efsanelerden yola çıkıyoruz. Dışarının en güzelini bulup, içerdekileri silebilmek için…
Dışarı atabilirsin kendini. Ama bir boşluk mu yerleşeceğin yer, yoksa dolmaktan taşan bir bedenin ruhu mu olacak? Yerini tam olarak bulabilir mi insan, ya da yerleşik bir hayatın güveniyle idame ettirebilir mi yaşamını? En olmayacak şeyin peşinde koşuyoruz hepimiz. Arandıkça, kendini daha da kuytulara saklayan güvenin, iç rahatlığının, gönül ferahlığının… Ama karşılaşmak diye bir mesele varken bu mümkün değil. Bir insanla karşılaşmak ya da bir olayla, imtihanla, geçmişle, geleceğin sisli bir günüyle… Dışarı atmaya çalışma kendini. Çünkü zaten dışarısı dediğin yer, içerinin biraz ötesi. Aynı yerde yaşanıyor her şey. Belki de bu yüzden anlaşılamıyor dünya dediğimiz yer. Sürgün de burası, ödül de…
Bir hayalet boşluğunda ağzına kadar dolu bedenlerle karşılaştığımız için mi bu şaşkınlık? Artık kaçıncı sitem kaçırır bizi? Seninle, onunla, bu ya da şu sınavla, kimsesiz ya da herkesli ruhlarla karşılaşmaktan kim korur bizi? Kaçınılmaz bir karşılaşmalar silsilesi bu. Ve bizim buna verebileceğimiz en sadık tepki, kaçmak. Durmadan, soluklanmadan, yaralarımıza aldırmadan… Hiç duraksız kaçıyoruz ki olmayan dışarıya atalım kendimizi, az soluklanalım diye. Farklı kutupların ülkelerini komşu yapmaya çalışıyoruz mesela. Sonra bize en yakın toprağa daha ayak basmadığımızı fark ediyoruz. Ardımızda kalanların eksikliği, önümüze çıkacak olanların gizemli sessizliği arasında sıkışıp kalıyoruz. Sonra yine bir yer arıyoruz. Daha güzel bir yer, daha temiz, daha sakin ve en önemlisi her şeyin daha tahmin edilebilir, güvenilir olduğu bir yer. Var mı öyle bir yer? Nefessiz kalana dek aramaya değer mi? Bu kadar meşakkatli bir meseleyi ölmeye beş kala çözersek, harcanan zamanımız iade edilir mi bize? İçimiz rahat diye her şey çok daha güzel mi yaşanacak ya da?
İlahi karşılaşmalara, aklımız beş karış havada dokunuyoruz. Öylesine bir rastlantıya gözümüz gibi bakıyoruz. Fırsat diye ayağımıza gelenleri mantığa aykırı buluyoruz. Anlamını çoktan yitirmiş bir konuyu irdeledikçe irdeliyor hakkında kitap yazıyoruz. Biz çok dosdoğru, dümdüz varlıklar değiliz. Hep bir şeyler arıyoruz. Sanki bulursak her şey rayına oturacakmış gibi. Bulduğumuz her neyse, en kötüsünü alıp en iyisini sunacakmış gibi. İnsanoğluna hazırlanmış en güzel tuzak… Dünyanın, kimseyi ayırt etmeden çemberine dahil ettiği o büyük meselesi. Bir gün bulursak işte o zaman gökten üç elma düşecek, dilekler gerçekleşecek. Aklı sırra kadem basanlardanız biz. Zaten başka türlüsü üzerimize ölü toprağı yağdırır, biliyoruz.
Yüzümüze ayazını üfleyip her şeyi baştan alacağımız bir dışarının arayışıyla çürümeyelim artık. Başlangıçlara şakırdatmayalım bu sefer kristallerimizi. Her şey olsun masamızda. Sadece güzellikler değil, çirkinlikler de. Hayata hep yakışanı giydiremeyiz. Bazen çıplak bırakırız ya da uyumsuz ne varsa geçiririz üzerine. Ama bedeni de ruhu da kaldıramayız ortadan. Yok etmek bize mahsus değil çünkü. Belki birleştiririz ya da parçaları birbirinden ayırırız. Asla yok edemeyiz ama. Bu yüzden bir hayalin peşinden koşmak değil de bir gerçeğin de insan ruhuna iyi gelebileceğine inanalım. Reddetmeden, kendimizden nefret etmeden, parçalarımızı bir yerlere saklamadan… Bir şeyleri arıyorsak, kaybettiklerimizin ipucuna ihtiyacımız var. Herkesin artık kendine çok ihtiyacı var. Bencilce değil, herkesçe. Çünkü içimizde var ettiğimiz kuytu köşeler; sarhoşların kustuğu, duvarların küfürlerle doldurulduğu, cinayetlerin çözülemediği olaylı yerler olarak anılmamalı. Yeni fotoğraflar kazanmanın, eski fotoğrafları yok etmekten geçtiğine inandık. Dışarı yok, aramayalım. Hepimiz içeride halledebildiğimiz kadarız çünkü.
İrem Özdemir