Rus Edebiyatının Ölümsüz Yazarı: Ivan Aleksandroviç Gonçarov

“ölüm sevdiklerimizi taşa çeviriyor / acılar insanları birbirine yaklaştırıyor / yitik hayatlarımız/ ikinci sınıf hayatların kumaşını dikiyor / hayatta hiçbir acı için genç değiliz/ hangimiz yaşanmışlıklarımızın şehrini / terk ederken dimdik ayaktaydık/ tüm şehirleri ellerimizle yıkmadık mı?/ göremedik hayatlarımızın birbirine kenetlendiğini / içimizde geceye dair yazdığımız vasiyetlerin çığlığıyla uyanırken / kendimizi anlamaya çalışmadan/ zamanın yaşlı aynasının bize söylediklerini anlayamadan/ inleyen sular gibi aradık kendimize benzeyen insanları / mezarların yanından geçer gibi geçtik/ bizi birbirimize bağlayan hayatlarımızın içinden/ sevdiklerimizi taşa çevirenin ölüm olduğunu unuttuk.”

“Ölümdür Sevdiklerimizi Taşa Çeviren” adlı şiirimi tamamlamış olmanın huzurunu yaşıyordum.  Hayatım boyunca her yaşantı üzerinde düşünce üretmeyi bir görev edindim kendime. Her insanın yazgısını yaşarken hayatta yaşadıklarının karşısındaki duruşuyla ilgilendim. Her insan benim için okunması gereken bir kitaptır. Yaşanmışlıkların sayfalarını çevirdikçe kendi yaşanmışlıklarıma da dışarıdan bakabilme derinliğine ulaşmaya çalışıyorum. Canlı eserleri okumanın engin mutluluğunu yaşıyorum. Okuduğum bazı sayfalar içimde isyanlarımı büyütürken, bazı sayfalar da yaşanmışlıklarıma yaklaştırıyor beni.  Saflığını yitirmemiş hiçbir elin değmediği erdemlerimi hâlâ içimde taşıdığımı bilmenin huzurunu yaşıyorum. Yaşadıklarımın her evresinde yer almaya özen gösteriyorum. Varlığım acılar içinde yaşayan insanların varlığıyla çağıldıyor. Ruhumun çağıldayan sesiyle yaklaşıyorum tüm yaşanmışlıklara. İçimde ne bir kösnülük ne bir esriklik ne de bir tedirginlik hissetmiyorum. İçimde eskiye dair hiçbir önyargının kalmadığını görüyorum. Ruhumda var olan hiçbir duygumda ne bir darlık ne acımasız hayatın izlerini ne de günümüzün geçerli kıldığı geçiciliğin barınmadığını bilmekle kendimi teselli ediyorum. Kusursuz sayılamayacak olan duygularıma tutkuyla bağlanıyorum. İleride sürüp gidecek hayatımı biçimlendiren değerlerimi de aynı kusursuzlukla yarınlara taşımak istiyorum. İçimde saklanan tüm korkularımın üzerine gidiyorum içimdeki zindanların kapısını kendime açmak için. İnsanların yaşadığı tüm acıların büyüklüğüne ermek için gözü peklikle yaklaşıyorum beni büyüten ve kalıcılıkla donatan gerçek yeni acılara. Yanıtsız bırakılan mektupların yalnızlığıyla yaklaşıyorum ıssızlığıma. İçimdeki tüm değerlerimin tutarlı bir denge oluşturduğunun farkına varınca kendimle boğuşmaktan vazgeçiyorum. İçimdeki tüm duyguların ışık hızıyla barışçıl ve daha insancıl bir zemine oturduğunu gözlemlemekten sonsuz bir haz alıyorum. Yanılgılarımın enikonu beni terk ettiklerini bilmek beni yapamadıklarımın karşısında teselli ediyor. Bilincimin iç kesimindeki gelişmeler daha uyanık bir iç bilince sahip olmamı sağlıyor. Çözemediğim sorunlarımı sabırla çözmeye çalışırken dilim döndüğünce bu güçlüklerin üstesinden geleceğime inandırıyorum kendimi… İnsan yaşadıklarının olgunluğuna eriştikten sonra sorunlarını daha kolay yolda çözmenin sırrına eriyor. Zaman zaman kendime kapattığım kapıları açınca yaşadıklarımı yabancı dilde yazılmış kitaplar gibi hissediyorum ve dilini anlamadığım bu kitapları çevirmeden bağrıma basıyorum. Uzak günlerin birinde yaşadıklarımın tüm gizine ereceğimi biliyorum. O zaman ruhumun iç bilincine sıkıştırdığım yaşadığım anların mutluluğuna ererim. Kendimi bu yüzden sürekli eğitmeye çalışıyorum, karşıma çıkan tüm olumsuzlukları büyük bir güvenle bağrıma basıyorum. Salt içimdeki sıkıntıdan kaynaklanan sorunlarımı şikâyet etmeden kabullenmenin yollarını arıyorum. Hayatta yaşadığımız her an ciddidir. Gücü içinde barındırmayan yaşanmışlıkların zamanla bana yabancılaştığını görmekten dolayı mutluyum. Mülklerin en değerlisi yaşadıklarından korkmadan yeni yaşanmışlıklara yüreğini açmaktır. Kendi yeteneğimden ve mizacımdan yola çıkarak deneyimlediklerimle kendime yabancılaşan yeni bir kimlik arayışı içinde olmadığımı anladığım için şükranla yaklaşıyorum yalnızlığıma. Kendimle tamamen bağımsız bir insan gibi kurduğum ilişkide kendimi yitirme korkusunu yaşamadığımı algılamak bu dünyada kazandığım en büyük ödüldür. Yazınsal doğurganlığa duygusal doğurganlığımla yaklaşıyorum. Yarattıklarımın dünyada sürekli gelişen gerçekler içinde küçük bir yurt bulmasını arzuluyorum. Milyonlarca insan içinde yazdıklarım bir insanın duygularına tercüman olmuşsa hayattaki yaşama amacına erişmişim demektir. Tanımadığım insanlarla ortak özlemler, acılar büyütmektir benim yaşama nedenim. Yaşayamadıklarımın bakirliğine bir anneanne birikimiyle yaklaşıyorum. İstiyorum ki yaşadıklarım kendi öz sezgisiyle yaşayamadıklarımın nedenlerini kavrama bilgeliğine ulaşsın. İleride yaşadıklarım içimde beni derleyip toparlayan bir anne özverisine sahip olsun. Hayatımın her evresinde kendimi insanlığa hizmete hazır bir şekilde hiçbir sorumluluktan kaçmayan bir insan hâline getirsin. Ben bu duygular içinde İvan Aleksandroviç Gonçarov’un ölümsüz ruhuyla da sohbet etmek istiyorum. Onun yaşadıklarından yola çıkarak kendi yaşadıklarıma daha insancıl yaklaşabilirim diye düşünüyorum. En azından yaşadıkları ve yazdıklarıyla yalnızlığıma yeni bir pencere açar benden esirgemediğini düşündüğüm dostluğuyla. Aylardır onun yaşadıkları ve yazdıkları üzerinde düşünüyorum. Elimde onun hayatı ile yazdıklarını anlatan kitapla dolaşıyorum. Bir gün mutlaka çağrılarıma kulak verip beni ziyaret edeceğine olan inancım tam.

Mersin’de açılan kitap fuarını gezmeye gitmiştim. Yalnızdım. Kitapların dünyasına dalmıştım. Bir an yanımda bir beyefendinin durup bana gülümsediğini gördüm. Onu görür görmez tanımıştım. Yanımda duran Bay İvan Aleksandroviç Gonçarov’du. Sevinçten ona sarıldım. Sakindi. Benim coşkulu halime gülüyordu. Bense ona daha sıkı sıkı sarılıyordum. İnsanlar bize bakıyordu. Bense yıllarca ona karşı biriktirdiğim özlemi bir anda gidermenin telaşı içindeydim. Kol kola girerek fuar alanının dışına çıktık. Ona sormadan iki tane kahve bardağıyla onun yanına yaklaştım. Kahvesini orta şekerli içiyormuş. Boş bulduğumuz bir banka oturduk. Başını yavaşça omzuma yasladı. “Beni bu kadar çok sevdiğin için sana minnettarım.” dedi. “Asıl ben sana çağrılarıma kulak verip bana zaman ayırdığın için minnettarım.” dedim. Bu kez o bana sarıldı. “Bedriye, bana ne sormak istiyorsan sor,” dedi ve ekledi: “Sorularını yanıtlamak için yanındayım.”

“Sevgili dostum öncelikle hayatınla başlamak istiyorum soracağım sorulara. Nasıl bir hayatın oldu?”

“Sevgili Bedriye, 1812’de Simbirsk’te dünyaya geldim. Ailem zengin tüccarlardan birisiydi. Babamı erken yaşta kaybettim. Eğitimimi oldukça despot olduğu kadar akıllı ve enerjik olan annem üstlendi. İlk eğitimimi bir rahibin yönettiği yatılı bir okulda aldım. Çok iyi bir eğitim almış olan rahip derslerin dışında edebiyat zevki de aşılamaya çalışıyor ve seçkin kitapları öğrencilere okuması için veriyordu.  Bu sayede çocuk yaşta 18. ve 19. yüzyılın ilk yarısının Rus klasiklerini okudum. Orta öğrenimimi Moskova Ticaret Lisesi’nde aldım. 1831 yılında Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girdim. Üniversiteyi bitirdikten sonra Simbirsk’e dönerek Maliye Bakanlığı’nda tercüman olarak göreve başladım. Yazınsal etkinliklere oldukça geç başladım. İlk yapıtım olan “Sıradan Bir Öykü” ben otuz beş yaşımdayken yayımlandı. Yapıtım hakkında olumlu eleştiriler aldım. 1852’de ticaret anlaşması imzalamak üzere Amiral Putyanin’in sekreteri olarak Japonya’ya gittim. İki yıldan fazla sürdü bu seyahatim. Oradaki seyahatin notlarını “Palada Gemisi”  adlı kitapta topladım. Japonya’dan ayrılıp Sibirya üzerinden kara yoluyla döndüm.  Seyahat dönüşü 1873 yılına kadar görev yaptığım sansür kurulunda çalıştım. Daha sonra istifa ederek Petersburg’ta yaşamaya başladım. Tanınmış Rus yazarlar arasında en fazla devlet görevi yapan kişiyim. Arada bir tedavi amaçlı yurt dışı gezilerimin dışında tüm hayatımı Petersburg’ta geçirdim. Son yıllarımı oturduğum evden hiç dışarı çıkmadan tam bir yalnızlık içinde geçirdim ve 1891’de öldüm.”

“Sevgili dostum tanınmış yapıtların hangisidir? Ve yapıtların hakkında ne söylemek istersin?”

“Sevgili Bedriye, “Palada Gemisi”( 1854) , “Uçurum” (1869)  ile “ Sıradan Bir Öykü” (1847) en tanınmış yapıtlarımdır. Ben Puşkin ve Gogol geleneğinin bir sentezini yapmaya çalıştım yapıtlarımda. Ben “Oblomov” romanımı büyük aralıklarla çok uzun sürede tamamladım. 1846’da yazmaya başladığım romanımı 1858’i 1859’a bağlayan kış döneminde bitirdim. 1859 yılında “Oteçestvenniye Zapiski” (Anayurt Notları)  dergisinin ilk dört sayısında yayımlanan yapıtın ilk iki bölümü çok daha iyi karşılanmakla birlikte daha sonraki bölümler okuyucunun ilgisini çekmedi.  Lev Tolstoy, 1859 Nisanı’nda Drujinin’e şöyle yazmıştır yapıtım hakkında: “Oblomov, uzun süredir karşılaşmadığımız bir başyapıttır. Gonçarov’a yapıtından coşku duyduğumu iletiniz. Oblomov günümüz yazınında rastlantısal bir başarı değil, doğru dürüst devasa ve kalıcı bir yapıttır” ( s.98).  Toplumun Oblomov’a duyduğu ilgi ise birçok açıdan altmışlı yıllardaki siyasal durum ile doğrudan orantılıdır. Bu dönemde Rusya büyük bir gelişim yaşıyordu ve herkes Rusya’nın bu büyük gelişimi gerçekleştireceğini düşünüyordu. O dönemde kölelik hukuku tartışılıyordu.  Büyük sermaye gerektiren projeler gibi birçok yenilik ortaya çıkmış ve tartışılmaya başlanmıştı. Oblomov tipik bir monografik roman örneğidir. Bu romanımı yazmamda çocukluğunun izlerinin hatırı sayılır katkısı olmuştur. Ben çocukluk yılarına ait şu saptamada bulundum: “Çok uyanık ve duyarlı bir çocuktum ve bende daha o zamanlar, tüm insanları,  kaygısız yaşamı, işsizliği ve yan gelip yatmayı görür görmez “oblomovluk”  olgusuna ilişkin belirsiz düşünceler doğmuştur”( s.98). Romanda benim hayatım doğumumdan ölümüme değin tüm çıplaklığıyla yer alır. Romandaki tüm kişiler ne kadar önemli olsalar da Oblomov’un kişiliğinin yansıtılmasında aracı görevi görürler. “Örneğin Zahar, Oblomov’un “bey” kişiliğinin, Olga  “duygu insanının” , Ştoltz “dostluk anlayışının” ortaya konmasına yardımcı olurlar”(s. 98). Romanın başında Ştoltz’la karşılaşıncaya kadar olan bölümde Oblomov’un günlük yaşamı ortaya konur. Bu çocukluk yaşamı son derece durağan, sorumluluklardan uzak bir yaşamdır. Oblomov çok az okuduğu için çok az insanla görüşür ve uşağı Zahar’la sık sık tartışır. Uyurken sürekli eski sabahlığı vardır üzerinde. İlk başlangıçta şiirsel görünen tablo zamanla ciddi ve acılı bir durum hâlini alır. Oblomov’un ailesi iş yapmadan tekdüze bir hayat sürdürürler ve sürdürdükleri hayatın da aynı şekilde devam etmesini isterler. Eğitime bakışları bile değişkendir. Soylular için eğitim gerekli olduğu için eğitimi benimsemişlerdir. Böyle bir ortamda büyüyen Oblomov da çocukluğunda hiçbir şey yapmaz. Kendisini uşağı giydirir ve tüm gereksinimleri eksiksiz karşılanır. Zaman zaman bir şeyler yapmak istese de yapamaz. Hiçbir şey yapmadığı için başkalarının iradesine güvenen silik bir kişilik olarak okuyucunun karşısına çıkar. Asıl amacım kahramanım aracılığıyla kölelik hukukunun akıllı, sevecen ve dürüst bir kişiyi bile uyuşuk, en önemlisi sistemle barışık bir insan hâline getirdiği gerçeğine vurgu yapmaktı. Bu konu hakkında düşüncelerini şöyle ifade ettim: “ …O ahlâksal bir köle konumuna girdi. Bu kölelik Oblomov’un Bey yaşamıyla öylesine iç içeydi ve öylesine birbirleriyle koşullanmıştı ki,  bunlar arasına kesin bir sınır koymak olanaksızdı… O, kendisi üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen her kadının, her rastladığı kişinin, her dolandırıcının kölesiydi” (s. 99). Üniversiteyi bitiren Oblomov kısa bir süre içinde yaptığı işten sıkıldığı için istifa eder. Petersburg’ta üç yüz elli kölenin geliriyle yan gelip yatarak hayatını sürdürür.  Tüm bu olumsuz karakterleri yanında iyi yanları da vardır Oblomov’un. İyi yürekli ve sevecendir. Topluma katkıda bulunmak için projeler yapmasına karşın iradesiz kişiliğinden dolayı bu projeleri hayata geçiremez. Başta kendisinin, sonra da çevresinin içinde bulunduğu durumdan dolayı acı çeker. Yaşamını Ştoltz’a şöyle özetler: “Yaşamımda hiç fırtınalar ve şoklar olmadı. Hiçbir şey yitirmedim. Vicdanımı rahatsız eden hiçbir şey olmadı. Neden her şeyin böylesine harcanıp gittiğini Tanrı bilir… Sorun yaşamımda yıkıcı ya da yapıcı bir ateşin hiç yanmamış olması”(s. 100). Sonuç olarak Oblomov içinde büyüdüğü çevrenin hem yetiştirdiği hem de kurban yaptığı bir insandır. Roman aynı zamanda eski kültürün yeni büyük kent kültürü karşısındaki yenilgisini ortaya çıkarması bakımından önemlidir. Pisarev, Oblomov’un Beltov, Rudin ve Beşmetov gibi Nikolay  rejiminin “gereksiz kişileri” arasında sayılmasına karşı çıkmıştır. Şöyle der: “Bu kişiler ezik, yaşamın bozduğu kişilerdir. Oblomov ise normal bir beden yapısına sahip değildir. Birincisinde yaşam koşulları, ikincisinde ise kişinin bedensel oluşumu suçludur”(s. 100). Oblomov’un bu uyuşuk yaşamı Rus edebiyatının en ilginç kadın kahramanlarından Olga ile karşılaşmasıyla az da olsa değişime uğrar. Yaşadığı yoğun duyguların etkisi ve Olga’nın baskısıyla yaşamını değiştirmeye çaba gösterir Oblomov. Evlilik kurumun getirdiği sorumluluklara, değişik ve hareketli yaşama duyumsadığı korkuyla eski yaşama biçimine geri döner. Olga, büyük bir aşkla bağlandığı Oblomov’u bir süreliğine yaşama döndürmeyi başarsa da kendisi de içten gelen derin duygulara sahip olmakla beraber henüz bir çocuk sayılır. Pisarev Olga için şunları yazar: “Doğallık ve bilinçli oluş- işte onu sıradan kadınlardan ayıran özellik; bu iki özellikten sözlerde ve davranışlarındaki gerçekçilik ortaya çıkmaktadır” (s. 101).  Henüz belli bir olgunluğa erişmediği için Olga coşkulu ve parlak zekâsına rağmen bir arayış içindedir. İnsan ilişkilerinde içten, sade ve azimlidir. Buna benzer meziyetlerine rağmen diğer sıradan kadınların hayatlarını sürdürüyor ve topluma yararlı olmak için hiçbir yararlı etkinlikte bulunmuyor. Olga’nın sevgisinde kafasına koyduğunu mutlaka gerçekleştirerek gurur duymak gibi bir bencilliği vardır. Yaptığı girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanması onu ruhen yıkar. Yenilgisini kabullenmek dışında bir başka çaresi kalmaz. Romanın sonunda Ştoltz’la evlenerek mutluluğu bulur. Romanın en ilginç karakterlerinden birisi de Ştoltz’dur. Oblomov, Ştoltz’un farkındalıklarını ortaya çıkaran bir karakterdir. Oblomov’la aynı koşullarda büyüyen, Ştoltz,  Alman asıllı bir babanın ve Rus annenin özelliklerini üzerinde toplamıştır. İçinde yaşadığı koşullara boyun eğemediği gibi önüne çıkan engelleri de aşamayı bilir. Babasının etkisiyle oldukça iyi bir iş adamı olan Ştoltz, son derece iyi bir dost ve dürüst bir kişiliğe sahiptir. Son ana kadar dostu Oblomov’u kurtarmaya adar kendisini. Oblomov’un ölümünden sonra da onun çocuklarının bakımını üstlenir. Ben daha sonraları yaratığım tipin silikliğini kabul ettim. Ben Ştoltz’u kendi yaşantısından memnun, bireysel mutluluğuyla yetinen biri olmakla suçlarken hiç kuşkusuz ki devrimci, demokrat düşüncemden hareket ediyordum. Oblomov’un Olga’dan ayrıldıktan sonra evlendiği Pşenitsına ise sade, sıradan taşralı bir kadının özelliklerini taşır. Bu karakterin annemin özelliklerini taşıdığı için benim hayranlıkla çizdiğimi belirtenler vardır. Oblomov,  Olga’da ideal bir sevgiliyi, Pşenitsına’ da “beyce” bir sevginin ideal karşılığını bulmuştur. Olga duyan, düşünen ve kendisini sürekli geliştiren çağdaş bir kadını temsil eder. Pşenitsına ise saf, sıradan ve eşine bağlı taşra kadınını temsil eder. Romanımda kölelerin yaşadıkları acımazlıkları köle Zahar karakteriyle ortaya koyuyorum. Efendisiyle sürekli tartışmasına karşın efendisine bağlıdır, efendisini sürekli başkalarının karşısında savunur. Bazı istisnai durumlarda onun da efendisini yönlendirdiği görülmektedir. Bu yüzden de Oblomov’a dramatik bir son hazırlamakta tereddüt etmedim. Onun ölümünün akabinde Zahar dilenmeye başlar. Romanıma yönetilen eleştiriler benim romanımda başarılı olduğumu kanıtlar niteliktedir. Sovremennik (Çağdaş) dergisinin beşinci sayısındaki “Oblomovluk Nedir?”  adlı ünlü yazı Oblomovluğu toplumsal bir olgu olarak değerlendiriyor, ancak romanın ana fikri konusunda farklı görüşler ortaya koyuyordu. Dobrolübov, Oblomovluğun toprak beylerinin üç yüz Zahar”ın emeğinde yararlanmasını yasallaştıran toplumsal düzenin bir ürünü olduğunu vurgulamaktadır. Yazara göre bu, aynı zamanda, üç yüz Zahar’ın vahşi yaşamlarının  Oblomov’un bağlı olduğu sistemin çöküşünün ve toprak beylerinin siyasi tutuculuğunun da anahtarıdır. Ben bu görüşe tamamıyla katılıyorum. Demek ki romanım doğru algılanmış. Çağdaş eleştirmen V.İ.Teplinskiy ise Oblomov romanında çağdaşları ve gelecek kuşaklar için bir ders ve uyarı mevcut olduğunu öne sürerken gerçekçi davranmaktadır. Roman sadece kölelik sisteminin bir eleştirisi olarak görülmemelidir. Kahramanın dramatik yazgısı, yararsız ve verimsizce harcanmış bir yaşama, “Niçin yaşamalı?”  sorusuna aradığı yanıtlar, romanın özünü oluşturan, her dönem ve her toplum için geçerli olan bir sorunsalı ortaya koyması açısından son derece önemlidir ve romanın değerini hâlâ korumasının gerçek nedenidir. Evet, V.İ.Teplinskiy’nin yapmış olduğu eleştiriye de sonuna kadar katılıyorum. Evet, Bedriye gördüğün gibi ben oldukça sade yaşayan bir devlet memuruydum. Senden benim insan yönümle ilgili görüşlerini benimle paylaşmanı istesem bana kızar mısın?”

“Sevgili dostum, tabii ki kızmam. Buraya kadarki sohbetimizde elimdeki kitaba fazla bağlı kaldığımızın, yer yer aynı tümcelerin sohbetimizde yer aldığının farkındayım. Bana göre sen insan yanını sürekli geliştiren birisin. Yetim büyümene rağmen önce kendine sonra da insanlara karşı sevgi dolu bir yüreğe sahipsin. Zenginlik içinde geçen bir çocukluğa rağmen kölelerin acımasız yaşam koşullarına içten içe isyan ediyorsun. Kölelerin emeğiyle yan gelip yatan ve bir ömür boyu hayatlarını böyle sürdüren soyluları da kınıyorsun. Çok uzun süre devlet memurluğu yaptığın için hayatının büyük çoğunluğunu yerleşik bir hayata bağlı bir şekilde sürdürüyorsun. Yetim büyümene karşın sevgisizlik duymuyorsun. Ne yaşadıklarının ne de yaşanmamışlıkların karşısında ezik değilsin. Çocukluğundan başlayan duyarlılığın hayatının sonuna dek seni terk etmemiş. Hayatın boyunca gözlemlediğin hayatların izlerini içinde taşımışsın. İçinde yaşattığın dünyada ne ezen ne de ezilen olsun istemişsin. Çocukluğunda başlattığın okuma serüvenini ölünceye dek sürdürüyorsun. Edebiyat alanında aldığın eğitim, yarattığın karakterler de sana yardımcı olmuş. Annen üzerinde çok kalıcı izler bırakmış, tıpkı çocukluğunun sende bıraktığı kalıcı izler gibi. Yaşadıklarından beslenerek yapıtlarını yazmışsın. Zenginlik içinde geçen bir hayatın olmasına karşın yoksul insanlara kendini yakın hissetmen senin insan yanının ne kadar geliştiğini gösteriyor. O dönemde çağdaş bir kadın kahraman yaratarak kadınlara birey olma rolü biçmen bu konuda ne kadar çağdaş düşündüğünün göstergesidir. Yarattığın yapıtların günümüzde de geçerliliğini koruması beni şaşırtmıyor. Serüvenci bir ruha sahip olmadığın için yaşarken de kendini serüvenlerin peşinden giderken bulmuyorsun. Hayalini kurduğun kadın tipi bir yanıyla çağdaş, diğer yanıyla evcimen ve eşine bağlı biridir. Kendi başına yaşamana rağmen içinde yalnızlığın ağır yükünü taşımıyorsun. Yapıtlarını yaşanmışlıklarından esinlenerek yazmışsın. Gözlemlerinim sana bu konuda hatırı sayılır katkısı olmuş. Yaptıklarını yaşamışsın yaşayamadıklarını da yazarak ölümsüzleştirmişsin. Bir insanın yaşamak için bir amacı olması gerektiğine ve kendini o amaca adamasının önemine vurgu yapıyorsun yapıtında. Çünkü sen de bu dünyaya yaşamak, yazmak ve sevmek için gelmişsin. Senin insan yanına özgü duygularım bunlardan ibaret. Seni yakından tanımak benim için gerçek bir mutluluk oldu. Bir dahaki görüşmemizde hayatın üzerinde seninle konuşmak istiyorum sevgili dostum. Sevgiyle kal.”

“Sen de sevgiyle kal benim değerli dostum. En kısa zamanda görüşmek üzere…”

Bedriye Korkankorkmaz

Kaynak: Ö.Aydın Süer. XIX. Yüzyıl Rus Edebiyatı Üzerine Yazılar. Evrensel Basım Yayın. S.97-103, İstanbul   

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.