Kendisini Yazdıklarıyla Gerçekleştiren Dahi: Samuel Beckett

Yaklaşık on gündür yastayım yaşadıklarım karşısında. Bugüne değin kendime yazıp okumadığım tüm mektupları okuyorum. Bu mektuplar sayesinde kendimi hiç tanımadığım kadar iyi tanımaya başlıyorum. Yaşamın ve tasalarım konusunda eni boyu yeniden düşünmeye başladım. Yaşayamadıklarımın gök gürültüsü usunda çınlıyor. Ruhumu kendime sorduğum soruların yanıtlarını bulmak için daha derinden irdeliyorum. Doğaya tutunuyorum. İçimde anızın bir büyüklük, kazanıp ölçülemeyecek boyuta varan içsel büyüklüğünün farkına varıyorum. Bugüne kadar gözümde değersiz gibi görünen her şeyi yeniden sevmeye çalışıyorum. Bayağı bir hizmetkâr gibi çalışıyorum yoksun ve bayağı görünen gecelerimi zenginleştirmek için. Böyle gecelerin sabahlarında her şeyin benim için daha bir kolaylaştığını ve beni daha barışçıl bir yöne yönlendirdiğini anlıyorum. Bilincimin en iç kesimlerinin aydınlandığını görmenin hazını yaşıyorum.  Yapraklarını yaşadıklarımın oluşturduğu bir ağacın meyvesini çok yakında yiyeceğimi düşünüyorum.  Yaşadıklarım benim için hep gelmesini beklediğim birini çağrıştırıyor bana. Özlediğim birine kavuşmanın sevinciyle kucakladığımı düşünüyorum öyle anlarda yaşayacaklarımıİçinde güzellikler barındıran anlara gebeyim.  Doğumun çok yakında gerçekleşeceğini düşünmek içinde hissettiğim sancıları daha çok anlamlı kılıyor gözümde. Olup biten her şeyin yeni başlangıçlara yol açtığını biliyorum artık. Bolluk ve zenginlik içinde istediğim her anıyı yaşayabileceğimi bilmenin bilgeliyle yaklaşıyorum yaşayamadıklarıma. Kendisine yeniden kavuşmak isteğim eski anılarımı düşünüyorum. Onları yeniden hissetmek bana doyumsuz bir haz veriyor. Arılar nasıl her şeyin en tatlısını toplayıp bal yapıyorsa ben de geçmişimdeki güzel ve tatlı anılarımdan yaşanmışlığın balını yapmayı öğrendim. Değersiz ve gösterişsiz olan bir şeyin özünde barındırdığı değerlerin yeni yeni farkına varıyorum. Yaşadıklarım artık bana sitem etmiyor. Atalarımın doğuşunu yeniden yaşıyorum onların benim doğuşumu yaşamadığını bilmeme rağmen. Yaşadıklarımın geliştirdiği yetenekler sayesinde taşıyamayacağım bir yük gibi algılamıyorum yazgımın bana yaşatacağı yeni acıları. Zamanın derinliklerinde yükselen bir jest gibi algılıyorum zamanın bana getireceklerini. Geçmiş zamanın benden çaldığı umuda yeniden âşık olmak istiyorum. Umudun varlığıyla benliğinin en ücra köşelerinin gizine vakıf olacağımı biliyorum. Bir kez daha anlıyorum ki, yeni başlangıçlara adım atmak için içimdeki korkulara ihtiyacım var. Bu korkuların içimdeki tüm yeni değişimlerin anası olacağının farkındayım. İçimin anneannesiydim çocukluğuma sürekli yaralar taşıyan. Sabırlı ve sakin bir biçimde içimdeki baharın gelmesini bekliyorum. Kendi yaşamışlıklarımı içimde yabancı birinin el yazıyla yazdığını düşünerek okumanın heyecanı içindeyim. Hayatta en zor olan şeyin sevmediğin şeyleri sevmek olduğunu biliyorum. İnsanın insanı tüm çıplaklığıyla sevmesi ne kadar zorsa, kendi çıplaklığını sevmesi de o kadar zordur. Kendimi sevmek konusunda ne kadar acemi olduğumun şimdilerde farkına varıyorum. Tüm varlığımla yalnızlığım ve korkularım içimde hop hop atarken ben yeni bir şiiri ezberlemenin erdemine ulaşıyorum. İçimdekilerin çıraklığını yıllardır yapıyorum ve ustalık yolunda bir karınca adımı ilerlediğimi de yaşlılığımdan öğreniyorum. İçimdekileri severek bir başkasını sevme erdemine ulaşacağımın farkındayım. Sürekli sevdiklerim tarafından incitildiğim için yalnızlığım çoğalarak derinleşiyor içimde. İçimde henüz arılaşıp durgunlaşmadığı için dirlik ve düzenden yoksun bir sevginin hiç kimsenin karnını doyurmayacağını biliyorum. İnsan için olgunlaşmak kendi içinde bir dünya oluşturmak demektir. İçinde bir dünya olduğunu bilmemin olgunluğuyla bir başkasının dünyasıyla bağdaş kurabilir insan ancak. Sevdiği kişiye içinde yükselen bir alçak gönüllükle onun anlamak için sarf edeceği emeğin gücünü kendisinde o zaman bulabilir. Bu gerçek sayesinde o kimseyi başkaları içinde seçme ve kendi hayatına dahil etme birikimine ulaşır. İnsan o zaman kendisini anlamak için içten gelen seslere kulak kabartır, gece gündüz çekiç sallamayı bir erdem olarak algılayarak. İnsan sık sık ağır yanılgılara düşebilir. Yaradılışımdaki sabırsızlıkla okuyorum kitapları. İçimdeki dirlik düzenlik sayesinde kendimi büyük bir iç karmaşa içinde sağa sola saçmıyorum. Beraberliğimiz diye niteleyebileceğim bir ilişki hayalini kurduğum düşüncelerimi hayata geçirme olanağını bana verdiği müddetçe mutlu olacağımı farkındayım. Ancak böyle bir ilişkide karşılıklı iki insan bir başkası için kendisini yitirmez ve birlikte hiç tatmadıkları hazzın derinliğine erebilir. Enginliklerin getirdiği olanaklardan karşılıklı olarak faydalanmanın zevkine erebilirler. Ben hiçbir işe yaramayacak bir çaresizlik içinde kendimi hissetmemek için önce kendime sonra sevdiklerimin barınacağı sevgi dolu barınakları içimde çoğaltmaya bakıyorum. Böylelikle birazcık tiksinti, düş kırıklığı ve düşünsel sefaletin dayattığı geleneksel davranış biçimlerinden kendimi arındırıyorum. Sevgi anlayışına bir haz kaynağı gibi bakıyorum. Bu kaynaktan sevdiğim herkesin içmesi için elimden gelini ardıma koymuyorum. Kendimle böylesine bir iç hesaplaşmanın içine girmem Samuel Beckett’e ait kitabı okumamdan kaynaklanıyor. Onun ölümsüz ruhuyla da aynı içtenlikle sohbet etmek istiyorum. Aylardır ölümsüz ruhunu çağırıyorum. Haftalardır evden dışarı çıkmıyordum. Bir dostum beni evine yemeğe davet etti. Güzel geçen bir gecenin akabinde ayrılma vakti gelmiş, evime gitmek için onlardan ayrılmıştım. Durakta otobüs beklerken bir bayın yanıma yaklaştığını hissettim. Elimde benim onun hakkında okuduğum kitap vardı. Bu yüzden onu hemen tanıdım. Karşılıklı birbirimize sarıldık. Eve gitmekten vazgeçtim. Onun koluna girip sokaklarda dolaşmaya başladık. Bir çocuk parkına gittik. Çocuk salıncağında birbirimizi salladık. Yorulduk. Tüm banklar boştu. İçlerinden birini seçip oturduk. Ben sevgiyle onun omzuna yasladım başımı. Bu yaşadığım güzel anı ölümün bile elimden alamayacağını bilmenin güzelliğiyle doluydu içim. Konuşmayı ben başlattım. “Sevgili dostum yazarlığın konusunda bana neler söylemek istersin?” dedim. Gülümsedi. Saçlarımı okşadı. Konuşmaya geceyi ürkütmeyecek bir ses tonuyla başladı.

“Sevgili Bedriye, ben kendime özgü biçemimle sui generis bir yazardım. Benim İrlandalı öncüllerden büsbütün bağımsız biri olduğumu düşünmeni istemiyorum. Benim yapıtlarım öncelerinin de sunduğu dünyaya sadece farklı bir gözle bakıyor. Benim yarattıklarım ilk izlenimlerdeki gibi köksüz değildi. Yapıtlarımda İrlanda kimliğimi İrlanda yaşamından hiç beklenmedik ayrıntıları sevecen bir yaklaşımla sunuyorum. İlk yayımladığım yapıt olan Whoroscopeé da on yedinci yüzyıl Dublin’inden Boot adlı iki erkek kardeşin “Aristo”nun savlarını çürütmelerini anlatır övgüyle. Kahramanlarından biri Molloy birdenbire “Da benim yaşadığım yörede baba anlamına geliyor.” der. Molloy ad olarak benim en sık karşılaşan ve özellikle M ile başlayan Murphy, Molloy, Moran gibi İrlandaca isimlere duyduğum sevginin yakınlığından kaynaklanıyor. Fizzles’da ( Fiyaskolar) saat yönünde anlamına gelen İrlandaca deasil sözcüğü beklenmedik bir anda okuyucunun karşısına çıkar. “Ulysses’in Oxen of the Sun epizodunun da ilk sözcüğü olduğunu anımsar okuyucu deasil’in. Yapıtlarımı İngilizceye çevirirken de İrlandaca hava kattım. Bana İngiliz olup olmadığım sorulunca şöyle yanıt verdim: “Au Contaire” İrlandalı öncelerini benimseme eğilimi benim genç yaşta İrlanda dışında yaşama kararımla pekişir. Ben yirmi iki yaşındayken Dublin’den Paris’e gittim. Kendimi yabancı bir ülkede yeniden yaratmak istiyordum. 1928’de Paris’e geldiğimde, kendi ülkesinden gelen bazı sanatçılar yazın dünyasını eline geçirmişlerdi bile. Paris’te Joyce’la tanıştım. Joyce, İngilizcenin kullanımda yapmış olduğu köklü değişiklikleri yeterli bulmuyordu; henüz hiç kimsenin konuşmadığı bir dilin kutsal sözcükleri üzerinde çalışıyordu. Ben başka ulusların, başka kültürlerin yoğun yaşandığı bir kentte olduğumu anlamıştım. Öncelikle akademik çalışmalarımı sürdürdüm. Proust ve Joyce üzerine kendi bakış açımla bütünleşen taraflı ve göndermelerle dolu bir dille yaklaşımlarımı dile getiren denemeler yazdım. O günlerde hiç unutmam, Fransız yazını üzerine bir tez hazırlıyor, bir yandan da yapmaya çalıştığım şeyi aşağılıyordum. Paris’te çalışmaktan vazgeçtim. Ecole Normale’de iki yıl okutmanlık yaptıktan sonra Dublin’e dönerek Trinity College’da ders vermeye başladım. Arkadaşlarım yeteneklerimden dolayı benim bir dahi olduğumu düşünüyorlardı. Tek bilmedikleri şey benim yeteneklerimi hangi yönde geliştireceğim konusuydu. Kısa bir süre sonra Trinity College’daki öğretmenliği bıraktım. Kendimin anlamadığı konuları başkalarının anlamasını beklemenin ne kadar boş bir uğraş olduğunu çok geçmeden anlamıştım. Tekrar Avrupa’ya döndüm. Yolculuk ede ede diller üzerinde düşünmeye çok zamanım kalıyordu. Sonu belirsiz, bana hiçbir şey kazandırmayan aşk ilişkileri yaşıyordum o dönemde. Kendi deyişimle “son çukur”dayken yazmaya başladım. Nedenini bilmediğim bir nedenden dolayı yazıyordum. Önceleri kısa öyküler yazan bir şair, daha sonraları oyunlar yazan bir romancı oldum. Eleştirmenlerin tüm yazın türlerinde geleneksel biçimde sınıflandırmakta zorlandığı yapıtlar yazdım. Bir yazarın izlekler yarattığı karakterler, dil, okuyucu hatta kendimle kurduğum geleneksel ilişkimi yıkmak için yazdım, yazdım. Kendime her adım attığımda yeni bir çözümsüzlüğün içinde buluyordum kendimi. Kendi deneyimlerimi dile tüm çıplaklığıyla yansıtmaya çalıştığım her anda daha da aykırılaşan biçime karşı sabırsızlanıyordum. Arayış Bedriye, benim için gelenekselleşmiş bir kavram olduğu için herhangi bir şey aradığımı düşünmüyordum. Senin yaptığın gibi ben de kendi varlığımla kaynaklanan sonuçlara yöneltmiştim kendimi. Yazma eylemi benim içim sancılarla dolu bir süreçti. Benim öğütücü deham, içinde yaşadığım dünyaya ait canlılıkları biriktirdi. İlk romanım Murphy 1938’de yayımlandı. Ben bilinçli olarak sonlara doğru zor bir metin yaratmış olsam da romanın belli bir kurgusu vardı. Murphy karakterim içsel olarak bana bazı göndermeler yapmaktan vazgeçmez. Murphy’nin ne aradığı belli değildir. Bolluğu mu boşluğu mu aradığı konusunda okuyucu kafa yormak zorundadır. Benim sanatım böylesi paradokslar üzerinde yükselir. Ya dingindir ya da tedirgin. Çok rahatlıkla şu çıkarsamayı yapabilir okuyucu: “Yoksulluk ya da sahip olmak aynı şeylerdir, sahip olabilmek aslında zamanın içinde bir şeylere anlamsızca yakalanmaktır, zamansa zaten bir yanılsamadır” S.101. “Aşksız Birleşmeler”in ( More Pricks Than Kicks) ilk kısa öykülerinde ana karakterimiz Belacqua da bu paradokslara fazlasıyla gömülmüştür. Murphy’e sunulan yaşamsa aslında bir tür yaşamasızlıktır. Eylem kuşku verici bir biçimde eylemsizliği, var olma var olmamayı andırır. Romanın başında Murphy kendisini yedi eşarpla koltuğuna bağlanmış sallanmaya çalışırken sandalyenin devrildiğini hisseder. O anda fiziksel ve ruhsal değişimler iç içe geçer sanki dünya o anda hem yenen hem de yenilen taraftır. Ben tarih sırası içindeki oluşumlarla değil de parça parça bütünleşen karanlığı görmeye çağırırım okuyucuyu. Hayatım boyunca kendim de dâhil olmak üzere yazarları ilgi çekici bulmadım. “Whoroscope” adlı şiirim Deccartes üzerine parça parça olduğu kadar bulanık bir monologdur. Uzlaşmazlık ve anlamsızlık gibi terimlerin sert havasını yumuşatan aşk, istek, çalışkanlık gibi hoşnut edici kavramları dile getirmiyordum. Yaşamda en baskın olan olgunun ıstırap olduğunu düşünüyordum. Istırap çekmenin varoluşu gösterdiğini ama kesinlemediğini dile getiriyordum. Bu yüzden Belacqua salt kendisi için değil başkaları için de ıstırap çekiyordu. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen Nazilerce öldürülen Yahudi arkadaşları için sanki dün ölmüşçesine yas tutabiliyordu. Godot’yu Beklerken de son oyunlarımdan biri olan Felaket‘i (Catastrophe) Çek oyun yazarı Vaclav Havel’e adamam da benim Nazilerin ardından bile dünya üzerinde varlığını sürdüren dehşete duyduğum tepkinin özetidir. Hem Murphy, hem de savaş yıllarında İngilizce yazdığım romanım Watt’ta kahramanlarım en sonunda akıl hastanesine düşer tüm insanca davranışları ancak orada bulurlar. Tüm yapıtlarımda karmaşa olarak adlandığım bir yapıyı arıyordum. Avrupa’daki savaştan kısa bir süre sonra tüm karamsarlığa inat aydınlığa kavuşma olarak adlandıracağım bir deneyim yaşadım. 1945 yazıydı, annemi ziyaret etmek üzere İrlanda’ya gitmiştim. Çocukluğumu geçireceğim yerde nasıl yazacağımın gizine erdim. Yaşadıklarımın arasında zaman zaman kendimi cennette, zaman zamansa cehennemde hissediyordum. Bu aydınlanmayı, “Krapp beş numaralı makarayı sarar ve benim deneyimlerine benzer bir anı nasıl yaşadığını dinler. Yaşamında hem ileriye sardığı makaralardan o anı ve anları yeniden yaşamak ister.”

“Sevgili dostum sanatında neyi dile getirmek istiyordun?”

“Sevgili Bedriye, sanatımda dile getirmek istediğim yeni motif yoksulluk ya da yoksullaşmaydı. Karakterlerimi salt maddi zenginlikten değil, sağlık ya da dayanıklılıktan da yoksun bırakmışlığım boşuna değil. Yaşlı, güçsüz ve sakat kişiler aracılığıyla deneyimin karanlık ve aşağılık görülen ve gösterilen altındakilere yaklaşabiliyordum. Bu amacıma ulaşmak için yapıtlarımda geleneksel olarak var olan zarafeti de umursamıyordum. Ben de bir yapıtta ayrıntıların önemini vurgulamak isterim ama ayrıntıları öylesine cimri bir şekilde yapıta yediririm ki, bu ayrıntıları ancak çok dikkatli okuyucu fark edebilir. Buna karşı yataklar, osurmalar, yiyecekler ve buna benzer dağınıklıklar tüm çıplaklığıyla ortadadır. Özellikle de klişeleşmiş ya da kalıplaşmış deyimlere yapıtlarımda yer vermem.  Bir tereddüdü betimlerken bile kahramanıma kafa tutarcasına dimdik ve sağlamdır tümcelerim, dil canlılığından bir şey kaybetmez. Kişilik olarak oldum olası kahramanlıktan uzak birisiyim. Gösteriş ve iddiacılığa karşıtlığımı kendi sanatımda biçem ve içerikte gösteririm. Yaratıcılar, yönlendiriciler, eylemler ve olaylar değildir anlattıklarım: yalnızca artıklar, birikintiler, döküntüler, kıçüstü düşen muzafferlerdir anlattıklarım. Bu saydıklarım benim varlığımın özüne ulaşmanın bir yoluydu. Aşksız Birleşmeler’in Belacqua’sı sorar: “Acaba gülmem mi yoksa ağlamam mı gerekirdi?” Sanatı değerlendirmeye ya da yorumlamaya yeltenmeden, sadece biçimini kavramaktır “epifani”nin özünde yatan. Düşler ya da lirik yakınlıklar için uygun bir zemindi; rehin makbuzu ya da insanın basaklarını boşaltması gibi çirkin ve kaba kavramlarsa en uygun örneklerdi. “Benim bulduğum yeni dil aslında oldukça eski olan Fransızcadan başkası değildi. Dun Laoghaire aydınlanmasının akabinde İrlanda’dan bir kez daha ayrılmadan hemen önce üçlemeyi Fransızca olarak yazmaya başladım. Dil değişikliği üzerine aldığım karar yazdıklarımda farklı bir biçimin ortaya çıkmasını sağladı. Böylelikle sadece kendi etkim altında kalmayı başardım. Üçlemenin her birinde (Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan) ana karakterler var oldukları dünyadan silinip yok olmaktadırlar. İşin garibi bu karakterlerin yaşayıp yaşamadığı kesin değildir. Yarattığım karakterler genellikle tramvayların, trenlerin… dünyasından olabildiğince uzaklaşmaya çalışırlar topallayarak. Yaşlı ve çok hastadırlar. Son yapıtlarımdan olan III Seen III Said’de konuşmacı hep yaşamın son anında “mutluluğu yakalayacağı” ümidini taşır. Öyle sanıyorum ki çok az yazar benim kadar, hasta bir insanın neler hissettiğini yansıtmamıştır. Yaşam serüveninin sonuna gelmiş, anlamlı bir varoluş iddiasını ya da bahanesini yitirmiş yaşlı, sakat, derdini anlatmaktan aciz insanlardır benim betimlediklerim. Yalnızca Tanrı’nın bolluğu değil, yoksunlukları içinde, bedensel gücünü yitirmiş insanın durumunun özüne yaklaşılabileceğidir benim anlatmaya çalıştığım. Godot’yu Beklerken’de kendi gördüklerimi ve ruh durumumu anlattım. Ben hem kişiliğimle hem de yazdıklarımla kendime özgü olmayı başardım. “Hiçbir yerden olmadığını savlayan sanatçının hiçbir yakını olmaz.” Demiştim, ressam Jack B. Yeats üzerine yazdığım bir makalede. Bir şeyleri anlatmaya çalışmak o şeyin değerini yitirmesine vesile oluyor. III. Seen III Said’de şöyle demiştim: “İmgelem, insan ne yapacağını bilmez olunca açar hüzünlü kanatlarını. Yalnızca bizi karamsarlığa sürüklemek olsaydı amacı, kendi kendisini yendiği söylenebilirdi. Bu hüzünlü kanatlar bir parlaklık yaymıyor yalnızca, havada tutuyorlar ve biz onun ateşinde sürdürüyoruz yaşamımızı semenderler gibi.” (s.128). Sevgili Bedriye, buraya kadarki sohbetimizi senin elindeki kitaptan belli özetler çıkararak yaptım. Umarım beni hoş karşılarsın. Çok mutlu bir çocukluğum oldu. Yaşadıklarım ve gördüklerim beni yordu. Hayatımdaki tüm yansımaları, yazdıklarım aracılığıyla okuyucuyla paylaştım. Bu anlamda yazdıklarıyla kendisini gerçekleştiren yazarlardan biri de benim. Daha ne isteyebilirim ki… Dostluğun benim en kıymetli hazinem olarak kalacak. Kendine iyi bak.”

“Sevgili dostum, kitaptan bağımsız olarak kişiliğin hakkındaki düşüncelerimi seninle paylaşmak istiyorum. Sen kocaman yüreği olan bir insansın. İnsanlara karşı sevgi dolusun.  Hayatında aile kavramının büyük önemi var. Aileye bağlı birisin. Sana bir şey kazandırmayan aşkların peşinde koşmuyorsun. Savaşa ve savaşın getirdiği vahşete şiddetle karşısın. Kendini, özellikle de niçin yaşadığını sık sık sorgulayan birisin. Nazilerin Yahudilere yaptığı insanlık dışı katliam, ruh dünyanda büyük sarsıntılara neden olmuş. Hoşgörülü ve mütevazı bir insansın. Diğer yazarlar gibi üretkenliğin kibrine kapılmıyorsun. Bu yüzden yazarları ilginç insanlar olarak algılamıyorsun. Sık sık karamsarlığa kapılsan da mutluluğu arayan birisin. Hayatına yaşadıklarınla anlam katmak kişiliğinin en belirgin özelliği. Yazın alanında kendini donattığın gibi yaşadıklarınla da kendi ruhunu doyuruyorsun. Aşkı, bütün çirkinlikleri güzelleştiren en ulvi duygu olarak algılıyorsun. Dostluğa çok değer veriyorsun hayatında. Kendi içini kimselerin görmesini istemediğin için en yakınlarına bile açmayı sevmiyorsun. Yazdıklarını sana ün ve şöhret getirmesi için yazmıyorsun. Yazdıklarınla kendini gerçekleştirmek istiyorsun. Hangi ülkede yaşarsan yaşa köklerine ve geleneklerine bağlısın. İnsanı en üstün kılan meziyetlerinin başında başkaları için ıstırap çekmek geliyor. Istırap çekmenin insanı kendine yaklaştırdığını düşünüyorsun. Yaşlı ve güçten düşmüş, bir ayağı çukurda olan insanların dramlarına kendini çok yakın hissettiğin için onların dramlarını yazıyorsun. Çağdaş insanın içine düşmüş olduğu yabancılaşma seni derinden etkiliyor. Kişiliğinin en belirgin özelliklerinden biri de eylemci olmamandır. Eylemci kişiliğinle insanlığa daha güzel yarınlar bırakmak için elinden gelen tüm çabaları ardına koymuyorsun. Oldukça cesur birisin. Yazdıklarınla yaşadıkların arasında mesafe yok. Yapıtlarını kendin başka dillere çeviriyorsun. Böylelikle asıl dillerinde yazılmış gibi okuma olanağını okuyucuya sunuyorsun.  Her yönüyle kendini gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Yaşarken yazdıklarının okuyucu tarafından benimsendiğini görüyorsun. Bu anlamda bir yazar olarak kendini duygusal anlamda da tatmin ediyorsun. Bana ayırdığın zaman için sana yürekten teşekkür ediyorum. Bir sonraki görüşmemizde buluşmak üzere. Sevgiyle kal. 

Bedriye Korkankorkmaz

Kaynakça

Richard Ellmann. Dört Dublinli. Türkçesi: Zeynep Çiftçi.  S. 99-128 Mitos Yayınları, İstanbul. 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.