Sanki bir kum saati tutuşturmuşlar gibi ellerime. Hangi yöne aktığını kestiremediğim, bitiş eşiğinin hangi taraf olduğunu anlayamadığım bir kum saati. Her bir zerrede tükeniyor insanlığım, bundan eminim. Yine de bilmek isterdim bu kadim duygunun bendeki miadını.
Gökyüzü kendini koyu bir pembeye boyar kimi geceler. Ürkütür beni bu renk. Sanki kötü bir şeylerin habercisi gibi algılıyor zihnim sebepsizce. Bilinçaltımda yatanlara çoğunlukla kafa yormam zaten. Ezbere bildiğin bir kitabı tekrar tekrar okumak bir yerden sonra katlanması güç bir hal alabilir. Koyu pembe gökyüzü diyorduk… Sanki deprem olacak gibi hissederim genelde. Zihnim hemen bir sahne kurar. Evin yıkıldığını, canla başla edindiklerimin enkaz altında kaldığını görürüm aklımın ücra sahnesinde. Saatlerce ağladığımı ama öncesinde fırtına öncesi sessizliğimle boğuştuğumu düşünürüm. Korkunç bir his sıkıştırır yüreğimi. Sonra başımı iki yana sallayarak gerçekliğe dönerim.
Kaybetmek tuhaf bir tecrübe. İhtiyat Kraliçesi’ne dönüştüğüm net bir an yok ama bir ara olmuşum işte. Sen nasılsın bu konuda? Korkularının sende bıraktığı beceriler neler, düşündün mü hiç? Perdenin pencereden rüzgâr sayesinde biraz uzaklaşarak açtığı aralıktan dışarısını izlediğin anlar oldu mu peki? Öylesine, amaçsızca, elinde soğumaya yüz tutmuş kahveyi sana sunan bir fincanla başı boş bir şekilde dikildin mi pencerenin kenarında? Olmuştur elbet. Soğuk kahvenin tadını ezbere biliyor olmalısın. Bir de yarım bıraktığın kitaplar vardır. Zaten kimin yok ki? Oysaki okurken yarıda bıraktığın bir kitabı raftaki yerine geri koymak seni içten içe tüketen sayısız hisle kıyaslanabilir. Yarım kalan her şey seni tüketir. Yarım bıraktıklarına gerekli özeni göstermediğini fark ettiğinde dönüp en başından başlaman gerektiğini düşünürsün belki. Ama dönmeye de yüz bulamazsın bazen. İnsanoğlu tuhaf. Çok yüzlüyken hatalarımızı telafi etmek için yüz bulamayışımız bir hayli tuhaf. Yüz bulamamak, gurur kelimesini kamufle etmek için pişman izlenimi vermek demektir benim nazarımda. Pişmanlık ise, yıkılmaya yüz tutan geç kalmışlık duvarının aciz desteği gibi. Oysa kaliteli malzeme kullanması gerektiğini çoktan öğrendi inşaat mühendisleri. Yıkılacak bina yapmamaları gerektiğini çoktan keşfetti. Depreme dayanıklı binalar yapılmalıydı; grinin hâkim olduğu gümüş bahçesine dönüşen kentlere. Pembe gökyüzünün insanları ürkütmediği binalar kurulmalıydı. Bir filmde duymuştum, “Af dilemek izin istemekten iyidir,” diye. Birinin kalbini kırmak için izin isteyemezsin ama af dileyebilirsin. Affedilmek seni küçük bir çocuğun satın alınan mutluluğa alışması gibi şımartır. Affetmek ise kırdığın kalbi tahrip eder. Yıkılmayacak duvarlar örer sonra çevresine ihtiyat adı verilen. Çünkü fark etmiştir mühendislerin hâlâ yıkılan binalar yaptığını, hatta özenle o binaları yıktığını. İş başa düşmüştür artık, bir de keder.
Sanki bir kum saati tutuşturmuşlar gibi ellerime. Hangi yöne aktığını kestiremediğim, bitiş eşiğinin hangi taraf olduğunu anlayamadığım bir kum saati. Sanki yer yer çatlamış zaman, parçalanacak gibi bir kum saati. Avuçlarım kan içinde, kum içinde kalacak gibi. Akan her bir zerrede tükenecek gibi insanlığım. Kaybetmek istemezdim vicdanımı. Birçok hissim köreldi ama ne var ki koyu pembe gökyüzü beni hâlâ korkutur. Kaybedecek şeylerim, varlığını sürdürdükleri için minnettarım. İhtiyat duvarım kalın, denizlerimin kıyılarından karşıya uzanan köprüler yok. Kendi cumhuriyetimde her şey durgun, yer yer suskun. Ben beni görmez oluyorum çoğu zaman. Yine de tüm önlemlerime rağmen zaman çatladı, parçalandı avuçlarımda. Parmaklarımın arasından süzülen zamanı tutamıyorum.
Çağla Fulya