Üşüyorum. Ruhumun titreyişi tüm bedenimi istila ediyor. Her bir zerrem o titreyişi hissediyor. Öyle bir titreyiş ki; içime kök salan çiçeklerimi kurutuyor, gülen yüzümü solduruyor.
Bugün tam 6 yıl oldu. Bir toz parçasına hayatımı teslim ettiğim 6 yıl… 25 yaşında maddelere sığınan bir gençtim. Ruhumun gençliğinden söz edilemezdi fakat görünüşte gençtim işte. 6 yıl önce adımımı attığım bu bataklık, her geçen gün beni içine çekmeye devam ediyordu. Dibe batacağım vakti bekliyordum. Bir umut tanesi dahi yoktu içimde. Ne içimi ısıtacak hayallerim ne de elimden tutup beni bu bataklıktan çıkarabilecek biri vardı. Kendi umudumu yitirdiğim gibi sevdiklerimin de bana olan umudunu, güvenini yitirmiştim.
“Nasıl başladın?” diye sorarlar genelde ve heves olduğunu düşünür birçoğu. Heves değil kaçıştı benimkisi. Yaşadığım hayatı kaldıramayacak kadar güçsüzdüm. En ufak bir zorluk gördüğümde dahi arkama bakmadan kaçardım. Ne de olsa arkamı kollayan anne ve babam vardı. Beni zora sokmazlardı. Para her şeyi halleden, her kilidi açan eşsiz bir anahtardı. Belki de ben öyle zannediyordum. Büyüdükçe daha iyi anladım. Anladım ki, “sevgi” denen şeymiş her kilidin anahtarı. Parayı hayatlarının merkezi yapan anne ve babam bihaberdi bu güzellikten.
Ve kavgalar… Kulaklarımı tıkasam da gözlerimi yumsam da kalbimi yaralayan hakaretler, bağrışmalar ve tek bir kâğıt üzerinde ayrılan hayatlar… Ben henüz 16 yaşımdayken annem ve babam boşanmışlardı. Tam o zaman tanışmıştım alkolle. Hayatımın merkezine yerleştirdiğim iki insan dünyamı başıma yıkmışken, en iyi kurtuluş ne olabilirdi ki zaten? İçime birikiveren o boşluk başka ne ile dolabilirdi? Alkol sayesinde acılarımı keyifle karşılıyordum. Yavaş yavaş arkadaş çevrem de değişiyordu. Zenginlik, paraya tapan insanlar fazlasıyla midemi bulandırıyordu. Derdimden anlayanlarla beraber olmak bambaşka bir zevkti. Anne ve babam ayrılmalarına rağmen ısrarla devam eden kavgaları sebebiyle tamamıyla unutmuşlardı beni. En çok bu canımı yakıyordu. Bir hiçmişim gibi davranmaları…
Bir gün toplandık yine arkadaşlarımla. Biri vardı tanımadığım, simasına hiç rastlamadığım ve ömrüm boyunca da onunla tanıştığım güne küfürler savuracağım… O bataklığa ilk adım atışımdı o gün. “İçindeki boşluğu bu daha iyi doldurur.” deyişini hatırlıyorum yalnızca. İşte o gün hayatımı bir toz parçasına teslim etmiştim. Acılarımdan kaçmak için sığındığım limanın beni tüketeceğini nereden bilecektim? İçimdeki boşluğu kapatacağım derken; bambaşka, daha da derin bir boşluk açmıştım kendime ve artık o boşluğa bağımlı olmuştum. Beni kendime getiren oydu, artık normal bir insan olabilmek için onu içiyordum. İlk başlarda fazlasıyla güzeldi. Âdeta zirveye tırmanıyor gibi hissediyordum. Nereden bilecektim zirvenin sonunun uçurum olduğunu? Tırmandım her şeyden habersizce. İçime açılan o kocaman boşluğu birkaç toz taneciğinin bitireceğine inanarak. Kendime güven duymayan ben, o tozu içime serpiştirdiğim an özgüven komasına giriyordum. Sanki kimsenin sahip olmadığı bir güce, ben sahip oluyordum. Fakat etkisi geçince eski halime dönüyordum. Hatta sanki acılarım daha da ağırlaşıyordu. Her seferinde bedenimin bir parçasını kaybetmiş gibi hissediyor, giderek eriyordum. O kısacık mutluluğun acısını çıkarırcasına yavaş yavaş bedenim beni terk ediyordu. Yaşlanıyor, eriyor ve suçluluk hissediyordum. Ve daha az önce beni terk eden acılarıma geri dönüyordum.
Bu devir daim beni öyle yormuştu ki dışarıdan birinin fark etmemesi imkânsızdı. Anne ve babam mı? Fark ettiler elbet. Sonunda bir oğullarının olduğunu anımsayabildiler. Ne anlamı vardı ki? O bataklığa batmıştım. Ve hızla dibe doğru ilerliyordum. Öğrendiklerinde durumu nasıl düzelteceklerini düşünmek yerine suçu kimin üstüne yıkacaklarını düşünmüşlerdi. Birbirlerini suçlayıp yine kavga etmişlerdi. Gülümsemiştim acıyla. İnsan suçunu kabullense her şey düzelecekti değil mi? Bizler kendimize bu kadar âşık olup bencillik taslarken bir başkasına nasıl yardım eli uzatacaktık ki? Karakterim değişmişti belki ama onlara olan sevgim hâlâ aynıydı. Ne kadar beni üzseler de onlara olan sevgim asla azalmıyordu. Ne kadar acayip değil mi?
Tedavim için ellerinden geleni yaptılar. Kolay mıydı battığın yerden düzlüğe çıkabilmek? Krizlerim başlamıştı. Yoksunluk krizleri… O krizler öyle acı veriyordu ki; insan, o tozu elde edebilmek için her şeyi yapabilirdi. En sevdiklerine dahi şuursuzca kıyabilirdi. Öyle bir ağrıydı ki parmak uçlarıma kadar hissediyordum. Âdeta damarlarımdan tüm kanım boşalıyordu. O anlarda hareket etmem gerekiyordu fakat buna dahi güç yetiremiyordum. Enerjimi toplamak için bağımlısı olduğum bu illet tüm enerjimi çekivermişti benden. Pes etmiştim. Bu halimle ailem beni kabul etmedi. Onu bırakmadan dönme bize, diyerek elimi tutmayı bırakmışlardı. Ve ben kendi içime açtığım o dev boşlukta kayboluşumu izledim yıllarca.
Annem umut ismini vermişti bana. “Benim en büyük umudum sensin.” derdi. Ben kendi içime umut tohumu ekememişken bir başkasına nasıl umut olabilirdim? Uyku, yemek yok karamsarlık ve mutsuzluk vardı benimle hayatta kalan. Başında amacım mutsuzluğumu gidermekti. Fakat tüm yaptıklarım ruhumun alınmasına sebebiyet verdi. Sokaklar evim, banklar yatağım olmuştu. Defalarca kez intihar girişiminde bulunmuştum. İntihar etmeyi bile becerememiştim. Ben, kendimi mahvetmiştim.
Bir gün yine karar verdim intihar etmeye. Ne kadar zor olabilirdi ki kendini öldürmek? Aldım elime bir cam parçasını ve kolumda gezdirmek için hamlemi yaptım. Biri tuttu elimden. “Yapma emanettir.” dedi yaşlı adam.
“Emanet?” dedim şaşkınlıkla.
“Verilen candır en büyük emanet. Kıyılır mı hiç?” dedi içimi ısıtan gülümsemesiyle. Yüzüne baktıkça içimin yumuşadığını hissediyordum. Bekir amca… Sımsıkı tutmuştu o gün elimden. Anne ve babamın esirgediği en güzel şeyi hediye etmişti bana. Her kilidin anahtarını… Ve benim kendime ekemediğim umut tohumlarını ekmişti. Beni en çok seveni tanıtmıştı bana. Allah demişti ve ben o kelimede bulmuştum kaybettiğim benliğimi. Kısacık zamanda birçok şey öğretmişti bana. Tövbe etmeyi öğrenmiştim. Kavlen tövbe etsem de fiilen tövbe etmeyi henüz başaramamıştım. Olsun diyordum kendi kendime. En azından sığınmıştım o limana.
Tüm çabalarıma rağmen o illeti bırakamıyordum. Her bir yıkıntımda içim yanarak o toz taneciklerine sığınıyordum. Limanımı değiştirdiğimi zannederken her seferinde yine o yıkıntı, bataklıklarla dolu limana sığınıyordum. Kendimi Allah’a tam anlamıyla teslim edememiştim. Bunu dahi becerememiştim. O’nun huzuruna her seferinde başım eğik, günahlarımdan arınamadan çıkıyordum. Daha erken, daha erken çıkmalıydı Bekir amca karşıma. Onun da benim yüzümden içi yanıyor, benim için her seferinde daha fazla şey yapmak için uğraşıyordu. Fakat ben ısrarla sonunun uçuruma çıktığını bildiğim o zirveye tırmanmaya devam ediyordum. Ruhumun titremesine hâlâ izin veriyor irademe sahip olamıyordum. Sanki bu illet tüm sistemlerimi çökertmiş beni tamamıyla kendi kontrolü altına almıştı.
Tek umudum kavlen yaptığım tövbemdi. Sarıldım ben de umuduma ve kapadım gözlerimi. “Kalp krizi” diyeceklerdi gidişime. Fakat benden taraf gidişim gerçek anlamda acılarımın sona erişiydi… Ruhumun titreyişinin kesilmesiydi… Son kez gülümsedim acılarıma, boşluğuma. Bir daha görmeyecektim onları! Son kez sarmaladım umudumu içimde fidan veren sevgimle ve vardım beni en çok sevenin olduğu yere…
Betül Dağ