1951 Bulgaristan – Varna
Soğuk ellerini tutuyordum avuçlarımda. İncecik bileğini süsleyen kırmızı iple örülmüş marteniçkaya gitti bakışlarım. Beyaz tenine ne de çok yakışmıştı bileklik. Annem örmüştü ona. “Güzel kızımın bu yılki marteniçkası benden,” demişti.
“Aylin’im…” diyerek güzel yüzünü, saçlarını okşadım. “Benim ay yüzlü güzelliğim…”
Aylin ailemize gelin gelecekti şu aksilikler çıkmasaydı. Gerçi aksilikler daha önceden başlamıştı. Babası Hasan Bey razı gelmemişti. “Kızım daha küçük,” demişti babama. “Hem senin oğlan daha asker olmamış. Gitse şehit düşse benim kızım ne olacak?” diye de sitem etmişti. Daha vardı asker olmama ve ben beklemek istemiyordum o kadar. Hasan Bey’i ikna edeceğime hep inanmıştım ama Aylin hiçbir zaman babasının ikna olacağını düşünmemişti. Aylin’in annesi Emeti anne ise olumlu bakıyordu. Kızının sevdiğinden başkasına varmasına razı gelmeyeceğini anneme söylemişti. Gerçi her ne olursa olsun Aylin’im benim olacaktı. Gerekirse kaçıracaktım onu. Hem onun da gönlü vardı benle gelmeye. Şu aksilikler çıkmasaydı…
“Annen nerede Murat?” diye sordu Aylin. “Bugün ev pek bir sessiz.”
“Size taziyeye gitti,” dedim hüzünle. Başımı eğdim. Emeti anne kahrolmuştu. Ona gerçekleri anlatamamak içimi dağlıyordu ama Aylin böyle istiyordu. Mutluluğumuz için bu gerekliydi.
Uzun uzun düşündüm o güzel ailenin başına gelenleri. Dahası Aylin’in babasının yaşadıklarını… Bir gün Aylin anlatmıştı bana, ne de çok üzülmüştüm.
Hasan Bey genç yaşında evlenmişti. İki tane çocuk vermişti eşi ona. Sonra Hasan Bey askere gitmişti. Geri döndüğündeyse köyünü talan edilmiş halde bulmuştu. Eşi ve çocukları düşman askerler tarafından katledilmişti… Ortada gömebileceği bir ceset bile yoktu. Belki de bu yüzden benim askerliğimi yapmamış olmamı sorun etmişti. Kendisi yaşamıştı, tekerrür olmasına göz yumamıyor olmalıydı.
Terk etmişti oraları Hasan Bey. Yıllar sonra Emeti anneyle tanışmıştı. Birlikte yuva kurmuşlar, üç de çocuk yapmışlardı. Aylin ortancaydı. Ablası Naciye ve kardeşi Muhittin onun en kıymetlileriydi. Hasan Bey sıkı sıkı tutunmuştu evlatlarına ve eşine ancak bir kayıpla daha sarsılmıştı işte…
Midye toplamaya götürmüştü kızlarını bir gün Hasan Bey. Kalabalıklardı, komşu ve arkadaşlardan oluşan bir kalabalık. Kayıklarla Varna’da biraz açılmışlardı. Eskiden güvenli olan sular artık tekinsizdi aslında. Bulgaristan göç ülkesine dönüşmüştü. Eski huzur artık yoktu. Tanıdıklarımız birer birer terk ederken bu güzel toprakları, biz arkalarından baka kalmış ve umut etmeye devam etmiştik. Bir saldırı olmuş denizde. Kayıkları batırmışlar düşman askerleri, insanları telef etmişlerdi. Nice kayıp verilmişti. Günlerdir sela okunuyordu. Dalgıçlar yalnızca kayıp olanlara ait eşyalar buluyordu, ceset izine rastlanmıyordu. Hasan Bey’in kayıp kızının cesedi henüz bulunmamış olsa da kimse yaşadığını düşünmüyordu. Bu yüzden boş bir tabut gömülmüştü. Emeti anne ölen kızını son nefesine dek bekleyeceğini söylüyordu. Batıl inanç, fal baktırmış… Kızının son nefesinde geleceği söylenmiş.
Ah Emeti anne… İçim yanıyordu. Sana gerçekleri anlatmak istiyor ancak yapamıyordum.
“Aylin, emin misin?” diye sordum. “Annenlere hâlâ gerçeği söyleyebiliriz. Bunu bilmeye hakları var.”
Başını salladı Aylin. “Söyleyemeyiz Murat. Babam beni sana vermez, kaçarsak da beni yok bilir. Böylesi daha iyi. Bırak beni öldü bilsinler. Hem ben öldüm zaten yaşadıklarımdan sonra. Günlerce işkence çektim. Çektiğim acılar aklıma geldikçe kafayı yiyecek gibi oluyorum. Artık bir tek senin yanında iyi olabilirim.”
Gözlerim yaşlı, “Gelinlik giydiremedim sana,” dedim.
Aylin ayağa kalkıp kendi çevresinde döndü. “Bana hediye edilen bu beyaz elbise yetmez mi?”
Ayağa kalkıp yanına gittim. Sarıldım ona sıkı sıkı. Deniz kokuyordu Aylin. O kara gün geldi aklıma. Dalgıçlarla beraber ben de aramıştım Aylin’imi. Yaşadığım acı beni mahvediyordu. Çok seviyordum onu. Dokunmaya kıyamıyordum. Onun yerine ben yaşamalıydım çektiklerini… Ah benim masum sevdiğim… Herkes umudu kesmişken ben bir an olsun ayrılmamıştım sahilden. Günlerce, gecelerce onu beklemiştim kıyıda. Sonra Aylin bir gün çıkagelmişti. Her yeri yara bere içindeydi. Deniz kokuyordu, bir de yosun ama benim Aylin’imdi işe. Benim güzel sevdiğim…
Kapı tıklatılınca uzaklaştım Aylin’den. “Annem geldi herhalde,” dedim. “Daha nikâhımız kıyılmadı, bizi böyle yakın görmesin. Sen salona geç Aylin, odamda durma.”
Aylin salona geçerken ben de odamdan çıktım ve dar koridoru geçerek kapıyı açtım. Annem hüzünlü bir şekilde içeri girdi. “Artık buralarda durulmaz,” diye söyleniyordu.
“Ne oldu anne?” diye sordum.
Beraber salona geçtik. Aylin anneme, “Hoş geldin Saniye anne,” dedi ancak annem cevap vermedi. Kafası çok dalgın olmalıydı.
Annem koltuğa oturdu yavaşça. Gözlerini ovuşturdu. “Emetiler gidiyormuş,” dedi birden. Sesi titremişti. “Hasan Bey, artık burada durmam bu topraklar çok şey aldı benden, diyormuş. Kızlarının ölümü onları yıktı.” Başını kaldırıp bana baktı. “Herkes bir bir gidiyor Murat. Babanı da alan o askerler yüzünden hepsi. Komşularımızın kızları kaçırılıyor, oğulları şehit ediliyor. Biz de gidelim diyeceğim ama nasıl eder, nasıl yaparız? Elde yok avuçta yok. Bu topraklar artık bize yuva değil oğlum!”
“Annemler gidiyor demek…” dedi Aylin. Odada volta atmaya başladı. Bu durum onu üzmüş olmalıydı. Nice güzel şeyler olabilirdi aslında. Şu aksilikler olmasaydı…
Annemin yanına oturdum. “Bakacağız bir hal çaresine sen sıkma canını. Gerekirse biz de gideriz anavatan Türkiye’ye. Sen bana güven.”
Annem ağır ağır salladı başını. Toparladı kendini. “Yemek hazırlayayım,” derken ayağa kalktı. “Dünden pilav var bir de kuru fasulye. Yanına başka bir şey daha yapayım mı?”
Aylin’e baktım soru soran gözlerle.
“Ben tokum,” dedi Aylin.
Anneme çevirdim bakışlarımı. “Yeriz anne. Çorba da yapar mısın? Aylin günlerdir bir şey yemiyor, çorba iyi gelir.”
Annemin bakışları hüzünle gölgelendi. Bana yaklaşıp ellerimi tuttu. “Oğlum,” dedi. “Yapma böyle. Bak korkuyorum ben! Anla artık, kabul et gerçekleri. Aylin gitti oğlum, o yok! Askerler aldılar onu bizden. Öldü yavrum! Kabul et artık. Ölenle ölünmez benim güzel çocuğum, ölenle ölünmez!”
Annem ağlıyordu. Bilmediğim bir sebepten ötürü soramıyordum neden ağladığını.
“Murat!” dedi yanaklarımı okşarken. “Artık kabul et yalvarırım!”
Bir süre sessiz kaldım. Bakışlarım beyaz elbisesiyle kapı eşiğinde durmakta olan Aylin’e takıldı. Saçları adresi belli olmayan bir rüzgârla hafifçe havalanıyordu. Ona bakarken içim sıcacık oluyordu. Gülümserken buldum kendimi.
Annemin gözyaşlarıyla beraber hıçkırıkları da artmıştı. Benim gülümsemem genişlerken annem daha çok ağlamıştı.
“Oğlum kendine gel,” dedi acı dolu bir sesle. “Allah’ım sen benim oğlumun aklına mukayyet ol ya Rabbi!”
Anneme odaklandım yeniden. Neden ağlıyordu? “Anne…” dedim fısıldamadan farksız bir ses tonuyla.
“Söyle yavrum!” dedi birden. Gözyaşlarını silmeye tenezzül bile etmiyordu.
“Çorba da yapar mısın? Aylin günlerdir bir şey yemiyor, çorba iyi gelir.”
Çağla Fulya