Güne, bana nefes aldırmayan bir heyecanla uyandım. Yataktan kalkıp hemen duşumu aldım, özenle hazırlandım ve alt kata indim. Hazırlıklar neredeyse tamamdı, gelmek üzereydiler ve ben elimi ayağımı nereye koyacağımı bile bilmiyordum.
Annemle babam gelecekti, yeni evimize. Onları birkaç gün önce de görmüştüm ama bu eve ilk kez geliyorlardı ve onlara hazırladığım sürprizleri nasıl karşılayacaklarını çok merak ediyordum gerçekten.
Ben evin salonunda bir aşağı bir yukarı dolanırken araba girdi bahçeye ve hemen fırladım. İnmelerine yardım edip ellerini öptüm, sonra da bahçede hazırlanan masaya aldım onları. İkisi de mutlulukla bakıyordu yeni evin her yerine, gözleri dolu doluydu.
Babam bir an durdu, gözleri bir yere kilitlendi. Baktığı yeri biliyordum, aklından geçenleri de.
“Bu kırmızı…” deyip durdu ve bir anda ağlamaya başladı hıçkırarak. Koştum sarıldım hemen ona.
“Evet baba, kırmızı şemsiyeler.” dedim onunla beraber ağlarken. Bahçedeki masanın üzerine onlarca kırmızı şemsiye asmıştım.
“Unutmadın değil mi?” deyip saçlarımı öptü. Annem bize sorgulayan gözlerle bakıyordu, bilmediği için.
İkimiz de biraz durulunca, kahvaltı masasına geçtik hep birlikte. Sohbet edip güzel vakit gerçirirken annem dayanamadı:
“Bu kırmızı şemsiye konusu nedir?” diye sordu merakla. Babamla birbirimize baktık:
“Sen anlat kızım,” dedi gülümseyerek ve o unutamadığımız hikâyeyi anlatmaya koyuldum.
“Hatırlar mısın anne, ben ilkokula giderken bir ara böyle renkli renkli şemsiyeler çok moda olmuştu. Gökkuşağı renkleri özellikle çok vardı herkeste ama benim en çok hoşuma giden kırmızı olandı. Babam beni okuldan almaya gelmişti bir gün, bir kızla kavga ettim diye öğretmen çağırmıştı, hatırlıyor musun?”
“Evet, hatırladım. Niye kavga ettiğini söylememiştiniz ikiniz de bana.” dedi annem biraz tatlı tavırlı.
“Söylememiştik evet, babamla sırrımızdı,” deyip babama göz kırptım. “Ama şimdi söyleyebilirim değil mi baba, hikâyenin başı çünkü?” diye yine babama dönüp sordum.
“Söyle söyle, bu kadar yıl iyi dayandı bence,” diye yanıtlayan babam hepimizi güldürdü. Biraz gülüşmeden sonra devam ettim anlatmaya:
“O kavga ettiğim kızın kırmızı şemsiyesi vardı. Bir kere bakayım, azıcık dokunayım diye neredeyse yalvarmıştım çocukluk işte. Ama kız benimle dalga geçip şemsiyesini de vermemişti. Çok kızmıştım, ittim ben de onu. Sonra öğretmen geldi falan derken konu size kadar geldi işte. Sonra biz eve dönerken babam bana niye o kızı ittiğimi sordu, öğretmen de tam anlatmamış olayı. Ben söyledim, kırmızı şemsiyesini bana bir kere bile vermediğini. Sonra da hakaret ettiğini. Babam çok kızdı, çarşıya doğru döndük beraber. Şemsiye satan bir yerin önünden geçtik ama durmadık. Ben anlamamıştım neden yolu değiştirdiğimizi ama şemsiyeleri görünce heyecanlanmıştım. ‘Bana şemsiye mi alacağız baba, kırmızı olandan?’ dediğimi hatırlıyorum.”
Ben anlatırken babamın mendiline gözyaşlarını sildiğini fark ettim. Ben de ağlıyordum bir yandan. Tam devam edecekken babam girdi araya:
“Çok dokundu bana o kızın yaptığı. Dedim gidip bakayım, ucuzundan bir kırmızı şemsiye bulurum belki. Malum cepte para yok, meteliğe kurşun atıyoruz o zamanlar. Dükanın önünden geçer gibi yaptım ki pahallıysa boşuna sorup da çocuğun hevesini kırmayayım. Zaten üzerine yazmış fiyatını adam. O zaman hatırladığım kadarıyla 60 lira mıydı neydi. Ama benim cepte 30 var, yarısı. İşten de atıldık ya maaş yok gelecek. Hiç belli etmeyeyim derken o soruyu soruverdi bizim kız. Hayatımda o kadar çaresiz hiç hissetmemiştim.” dedi ve yine hıçkırıklar karıştı sesine.
“Ah be baba…” diyebildim sadece. Annem de ağlıyordu bizimle beraber. Ben devam ettim anlatmaya, asıl kalbimizi hem parçalayan hem de sarıp sarmalayan yerine hikayenin.
“Ben soruyu sordum ama babam cevap vermeden yine eve doğru yürümeye başladı. Gözüm şemsiyelerde, kalbim kırık eve geldim. Yolda tabi anlaştık sana kavganın nedenini anlatmamak için. Üzülürsün diye korktuk ikimiz de.
Sonra babam bir ara ortadan kayboldu. Hatta gelip yemek yedikten sonra da yok oldu yine. Sabah okula gitmek için hazırlanıp çıkınca baktım beni bekliyordu bahçede. Sonra arkasından bana bir şemsiye çıkarıverdi, hem de kırmızı…” dedim ve bu kez ben hıçkırmaya başladım.
Babam uzanıp saçlarımı okşadı, şifa gibi geldi her zamanki gibi.
“Nereden buldun da aldın adam o yok zamanda?” diye soran annem ikimizin yüzünde de acı bir tebessüm oluşmasına neden oldu.
“Almadım,” dedi babam. “Yaptım.”
“Nasıl yaptın? Şemsiye mi yaptın?”
“Hadi sen anlat devamını baba,” deyince derin bir nefes aldı ve anlatmaya koyuldu:
“Kızıma bir kırmızı şemsiye alamadığım için eve sığamadım. Düşündüm durdum, ne yapabilirim diye. Bir tamirci arkadaşım vardı, onun yanına gittim önce. Eski şemsiyelerden, kırık dökük olanlardan aradığımı söyledim. Epey aradık taradık sonunda bir tane bulduk. Onu alıp arkadaşımın yardımıyla bir güzel onardım. Sonra geriye kırmızı muşamba kısmı kaldı. Eve gelip yemek yedikten sonra yine aramaya çıktım. Bir dükkan vardı, oraya gittim. Olmadı başka birine, başka bir tanesine derken artık iyice ümitlerim kırılmıştı. Sonra bir yaşlı adama denk geldim. Halimi beğenmemiş olacak ki soru sordu durdu bana. Anlattım ben de, zaten dolmuştum iyice. Meğer onun da dükkânı varmış ama kapalıymış satış yapamıyor diye. Tuttu kolumdan beni götürdü dükkânına. ‘Al, dükkândan ne istersen al oğlum.’ dedi. Oturdum yere, kestim biçtim, yapıştırdım derken amcayla beraber bitirdik şemsiyeyi. Dükkânlarda satılanlar kadar olmasa da kırmızı bir şemsiye yapabilmiştim.”
“Dünyanın en güzel kırmızı şemsiyesi oydu.” dedim babama minnetle bakarak.
“Arada su sızdırsa da…” diyen babam ikimizi de kahkahaya boğdu, ama kederli bir kahkaha.
“Ben o şemsiyeyi neden hiç görmedim?” diyen anneme baktık.
“Çünkü sakladık, görüp de kıskanma diye. O kadar güzeldi ki, aynısının başkasında olmasına asla katlanamazdım.” dedim yine babama bakarak.
“Derme çatma bir şemsiye işte,” dedi mahcup bir sesle. Kıyamadım ona, bilmiyordu ki o derme çatma şemsiyenin benim için ne kadar önemli olduğunu.
“O şemsiyeyi sen yaptın bana baba, başka kimin vardır babasının elinden çıkan şemsiyesi? Kim kızına saatlerce emek verip de şemsiye yapar? Senden başkası yapmazdı, benim babamdan başkası bunu yapamazdı. İşte o yüzden dünyanın en kıymetli şemsiyesi o benim için,” dedim ve yardımcıma işaret ettim. Hızlıca geldi, getirmişti istediğimi. Aldım, babama uzattım.
“Bunu hâlâ saklıyor musun sen?” dedi babam gözleri parlarken.
“Ah be baba, bu nasıl atılır? Hayatımın en kıymetli eşyası bu! Nereye gitsem benimle geldi, ne zaman daralsam ona sarıldım. Babamın emeği, bana olan sevgisi demek bu benim için. Sen demek. Ben bu şemsiyeye baktıkça, bu hayatta hiçbir zorluğun beni yıkamayacağını hatırlıyorum. Çünkü benim her şeyi iyi eden, güzel eden, benim için her şeyi yapabilen bir babam var…”
Hepimiz ağladık, çokça ağladık…
Babam, o tanıştığı yaşlı adamın yanında işe girdi o olaydan sonra. Önce dükkânını yeniden açsın diye yardım etmek içindi ama sonra beraber çalışmaya başladılar. Dükkânda işleri düzelttiler beraber ve ben o dükkân sayesinde okudum.
İyi bir işim, güzel bir hayatım oldu sonunda. Geçmişti o sıkıntılı zamanlar. Şimdi istediğimiz kadar kırmızı, hatta her renk şemsiye alabilecek kadar paramız vardı. Bu önemli değildi ama bizim hayatımızda. Bir arada olmak, beraber olmaktı tek değerli olan.
Bir kırmızı şemsiye ile inanmaya başladığım bu hayatı babama borçluydum, onun güçlü kalbi, sevgisi ve çaresizliği kabullenmeyişine…
Kırmızı şemsiye seven herkese sevgiler…
Esra Barın