Hızla girdim şirkete ve önüme çıkan ilk asistana:
“Sinan Bey odasında mı?” dedim kaşlarım çatık ve biraz da sert.
“Odasında ama kendisi meşgul, toplantısı var. Randevunuz var mıydı?” diye soran asistan epey gerilmişe benziyordu.
“Randevum yok, gerek de yok. Neredeydi odası?” diyerek daha önce geldiğim için bildiğim odasına doğru hızlı adımlarla ilerledim. İsminin yazılı olduğu odanın kapısını hışımla açtım ve toplantı masasındaki herkesin bakışları bana çevrildi.
“Sinan Bey! Bu ne demek oluyor?” diye sert bir tavırla konuşmama giriş yapmışken, arkamdan da asistan kız bana engel olmaya çalıştığını anlatmaya çalışıyordu.
“Sen çık Ezgi,” deyip bana çevirdi bakışlarını. O da gergindi.
“Asıl sizin yaptığınız ne demek oluyor Oğuz Bey? Bu nasıl bir geliş?”
Ayağa kalktı ve karşı karşıya durduk.
“Bana bunun hesabını vermek zorundasınız, bedelini ödeyeceksiniz!” dedi iyice yaklaşıp.
“Neyin bedelini ödeyecekmişim? Asıl siz bana bütün bunların hesabını vereceksiniz!” diye ben de iyice yaklaşıp alnımı onun alnına dayadım.
Biz bu hale gelince odadakiler de dayanamadılar ve ayağa kalktılar.
“Yapmayın beyler!” sesleri arasında kafalarımız birbirinden ayrıldı ve gülümseyerek sıkıca sarıldık. Tabii ki odadakiler ikinci bir şok yaşadılar bu halimize.
“Seni pislik! Ben yurda dönüş yapıyorum ve sen beni karşılamaya bile gelmiyorsun ha!” dedim sitemle.
“Oğlum haberim mi vardı? Hem söylemiyorsun hem de sitem ediyorsun!” diye cevaplayınca şaşırdım.
“Nasıl haberin yoktu ya! Geçen hafta yazdım sana ben, görmedin mi?”
“Hay Allah! Ben telefonu temizledim geçen gün, mesajları da topluca sildim. Herhalde o arada gitti! Ama neyse, geldin ya hiçbir şeyin önemi yok şu anda.” deyip yeniden sarıldı bana.
“O zaman?” dedim kaşlarımı kaldırıp.
“Haydi o zaman!” dedi gülerek. Anlamıştı ne demek istediğimi. Sonra bize şaşkınlıkla bakan ekibine döndü:
“Ben birkaç gün yokum, bütün toplantılar iptal. Can kardeşim geldi!” dedi ve beni de önüne katıp yürüdü. Odadan gülerek çıktığımızı gören ve yüzü şaşkınlıktan donup kalan asistanına da:
“Her şeyi iptal et, ben birkaç gün yokum!” dedi ve beraber şirketten çıktık. Arabasını getirdiler ve binip yola koyulduk. Yüzüme bakıp bakıp sırıtırken:
“Vay be kardeşim, döndün ha!” dedi neşe içinde.
“Döndüm, şükürler olsun bitti.”
“Artık gitmeyeceksin değil mi, her şey tamam?” diye sorarken cevabımı duymaya can attığını görebiliyordum.
“Bitti bitti merak etme. İstifamı verdim, evimi kapattım ve tamamen döndüm artık.” dememle rahatladı.
“O zaman birkaç gün dinlen de, hemen gel yanıma. Daha fazla dayanamayacağım.” dediğinde bu kez ben gerildim.
“Abi emin misin?” diye sordum sıkılarak. “Metin amca şimdi bir arıza çıkartıp da ikimizin de canını sıkmasın.”
“Hım.” dedi muzip bir gülümsemeyle ve devam etti. “O zaman sana iyi haberlerim var.”
“Neymiş onlar?
“Babam şu anda birkaç yıl sürecek bir dünya turuna çıktı annemle birlikte. Emin ol ne şirket umurunda ne de biz. Sen de rahat ol, işler tamamen benim kontrolümde.”
“Peki, senin bana gerçekten ihtiyacın var mı?”
“Sen delirdin mi Oğuz? Benim sana kendimi bildim bileli ihtiyacım var. Böyle bir soruyu bir daha duymak istemiyorum!”
“Ya celallenme hemen, bana kadro açma şimdi durduk yere diye söylüyorum.”
“Sen de beni sinir etme o zaman. Bak ben sen olmadan o şirkette çok fazla şeyle uğraşmak zorunda kalacağım. Hele ki şimdi babam da gitti, her şeyi bana bıraktı. Bu benim sınavım, yeni bir sınav. Ve her zamanki gibi sana ihtiyacım var. Yanımda olup beni kollamana, doğru kararla almama yardım etmene, gerektiğinde önüme set çekmene, yani kısacası dostluğuna ihtiyacım var. Anlatabildim mi kardeşim?”
“Anladım kardeşim, tamam sen sıkma canını. Ben biraz validemle vakit geçireyim, biraz dinleneyim. Sonra yanındayım, her zamanki gibi.”
“Her zamanki gibi.” dedi gülümseyerek ve sürmeye devam etti.
Sinan ve ben ilkokuldan bu yana arkadaşız. Okula bir hafta geç başlamıştı o. Ben de fazla çekingen olduğum için kimseyle arkadaş olmamıştım ve yalnız oturuyordum. Tek boş olan yere, yanıma oturdu ve o gün bu gündür de hayatımın baş köşesindedir yeri.
İkimizin ortak özelliği, okula başlayana kadar arkadaşımızın olmamış olmasıydı ve birbirimizin ilk arkadaşıydık. Sanırım başka da bu kadar yakın bir dostumuz olmadı ikimizin de.
Onun ailesi epey varlıklıydı, benimki de iyi sayılabilecek durumdaydı. Ama aile yapılarımız birbirinden çok farklıydı. Ben sıcacık bir ailede büyüdüm, harika bir annem, çok sevecen bir babam var. Ama Sinan’ın ailesi bizimkinin tam tersiydi, hâlâ da öyle. Annesi onunla çok ilgilenmez, dadısı ile geçerdi zamanı hep. Babası da işten güçten başını kaldırmayan despot bir adamdı. Benim babam da yoğundu, o yüzden daha çok annemle tamamlıyordum onunla yapamadığım şeyleri ama yine de her vakit bulduğunda yanımda olur, beni mutlu edecek bir şey muhakkak yapardı.
Ailesinin bu durumuna ne kadar üzüldüğünü, annemin yaptığı patatesli böreği ona anlatırken fark ettim. Ağzından mırıltı halinde dökülen:
“Benim annem de yapsa keşke.” sözü, küçük kalbimi acıtmıştı. Birkaç soru sorunca öğrendim ki, özellikle annesiyle needeyse hiç vakit geçirmiyordu. Hatta arada babannesi geldiği zamanlar dışında hiç börek yemiyordu.
O gün okuldan sonra eve koşarak geldim ve annemden ertesi güne börek yapmasını istedim. Melek annem, yine kırmadı beni ama bu kadar ısrar etmemin altında bir şey olduğunu da anlamıştı. Beni yatırırken, tatlı diliyle sorguya çekti.
“Oğlum senin canın neden bu kadar börek istedi, söyle bakalım anneye?” diye sorunca ona Sinan’ı anlattım. O zaman bana göre dünyanın en büyük derdi olan şeyi, annem gülerek karşıladı. Ama beni de üzüp kırmadı elbette.
“Şimdi, yarın ben size harika bir börek yapacağım. Okul çıkışı hemen gelin de sıcak sıcak yiyin. Bir de, Sinan’ın canı ne zaman börek isterse bana haber ver olur mu oğlum?” dedi, beni öptü ve çıktı odadan. Çok iyi hatırlıyorum o çocuk halimle ne kadar büyük bir mutluluk yaşadığımı.
Ertesi gün Sinan’ı bize getirdim zorla. Zaten çok yakındı evlerimiz, mahalleye gelince anlamıştık. Annem bize çok güzel bir sofra hazırlamıştı, Sinan çok sevindi. O gün birlikte yediğimiz ilk börekti ama son olmadı asla. Kocaman adamlar olmamıza rağmen, neredeyse her hafta bizde börek yedik. Ta ki ben Amerika’ya gidene kadar.
Daha yeni tanıştığımız zamanlarda, Sinan yine bize gelmişti ve benim odamda oynuyorduk arabalarımla. Sonra o bir şey fark etti, misketlerimi.
“Oğuz bunlar nedir?” diye sordu heyecanla.
“Onlar misket.” deyince ela gözleri kocaman oldu.
“Yoksa bunları yiyor musun?” diye soruşunu hiç unutmuyorum ve hala gülüyorum.
“Hayır akıllım, onlarla oyun oynanıyor. Bak sana göstereyim.” deyip misketlerimi torbadan çıkardım. Yerdeki halıyı kaldırdım ve ona misket oynamayı öğrettim. Bana da yazları bize gelen amcamın oğlu İlyas abim öğretmişti, hatta o hediye etmişti misketleri de.
Zamanla odada oynamak bize yetmez olmuştu. Sinan’la arkadaş olunca, dışarıda oyun oynayan çocuklara karşı da özgüven kazandığımı hissediyordum bir yandan. Bir gün ikimizin de ortak kararıyla sokağa çıktık ve mahallenin çocukları arasına karışıp misket akımını da başlattık.
Neredeyse her gün mahallenin çocuklarıyla buluşup misket oynuyorduk. Kimsede saat ya da telefon yoktu ama hepimiz aynı saatte sokakta oluyorduk. Kendimizi öyle kaptırıyorduk ki, üstümüz başımız batıyordu ve Sinan’ın dadısı kızmasın diye bizim eve gelip temizleniyor, öyle gidiyordu evine. Annem de çok seviyordu onu, yalnızlığına da üzülüyordu ve hiç kıyamıyordu. Bir gün suratını asmadan silip temizleyip öyle gönderiyordu onu. Ve tabii ki haftada en az iki gün börek yapıyordu bize, patatesli.
Biz büyüdük ama dostluğumuz hiç değişmedi. Birbirimizin hayatında hep etkimiz oldu. Hatta bu yüzden Sinan’ın babası beni hiç sevmez. Oğlunun kararlarını etkilediğimi düşündüğü için, beni ne zaman görse yüzü ekşir. Ama o bile engel olamadı bunca yıldır arkadaşlığımızın böyle kuvvetli devam etmesine.
Ben bunları düşünürken mahalleye gelmiştik bile. Tam kapının koluna uzanmıştım ki Sinan dürttü beni. Başımı çevirince bir baktım, elinde misket poşetiyle bana sırıtıyor!
“Sen bunları nereden buldun ya şimdi?” dedim şaşkınlıkla.
“Onlar benim hep yanımda, hiç ayırmıyorum ki.” demesi biraz duygulandırdı ama Sinan devam etmesine izin vermedi tabi ki.
“Hadi gel de ifadeni alayım!” deyip indirdi beni.
Mahallenin her gün miset oynadığımız sokağına geldik. Biraz değişmiş olsa da, bizim sokaktı burası. Sinan etrafa göz gezdirdi ve ileride oynayan çocukları fark edince ıslık çaldı. Çocuklar onu fark edinde koşmaya başladılar. Bize doğru koşarken hiç de yabancı birine geliyor gibi değillerdi ve:
“Hoşgeldin Sinan abi!” naralarından da yanılmadığımı anladım. Ama soru sormama fırsat bırakmadan:
“Cephaneler yanınızda mı bakalım?” dedi onlara. Çocuklar, “Evet!” diye bağırınca onlara beni gösterdi:
“Bakın bu Oğuz abiniz, Şükran teyzenizin oğlu hani anlatmıştım size, benim de çocukluk arkadaşım. Bugün hep beraber oynayacağız tamam mı?” dedi onlara.
“Tamam!” dedi yine hepsi.
“Çocukken cebinde misket bırakmadım ben bunun, hey be!” diye böbürlenmesine şaşırarak bakıyordum.
“Kim kimin cebinde misket bırakmadı be, atma!” dedim dayanamayıp.
“Hodri meydan o zaman!” diye cevapladı.
“E hadi o zaman!” dedim ve çocuklarla beraber misket oynamaya başladık.
Üstümüzdeki takım elbiseler, kocaman boyumuz, kazık kadar adamlar olmamız zerre umurumuzda değildi ve yine yata kalka eski günlerdeki gibi misketimizi oynadık. Ve finalde de bütün misketlerimizi kaybetmiştik.
“Ne yapalım, kısmet.” dedi Sinan biraz üzgün halde, misketleri toplayan çocuklara bakarken.
“Aman boş ver, hadi gidelim biz bak annem fırça atacak.” deyince de bizim eve doğru hareketlendik. Birkaç adım atmıştık ki:
“Sinan abi!” diye seslendi çocuklardan biri ve döndük. Koşarak yanımıza gelip poşeti uzattı bize.
“Bu nedir?” dedim dayanamayıp ve beni neredeyse ağlatan bir cevap aldım:
“Bunlar sizin misketleriniz. İkinizin hep oynadığı misketleri alamayız biz abi. Sinan abi hep seninle oynadığı misket oyunlarını anlatıyor bize, ondan öğrendik oynamayı. Seni de onun kadar seviyoruz. Hem zaten Sinan abi bize hep yeni misket alıyor ama bunlar sizin.” dedi ve poşeti uzattı. “Hadi eyvallah!” diye eklemeyi de ihmal etmedi.
Poşeti aldım, daha dikkatli baktığımda gördüm ki misketlerin üzerlerinde bizim isimlerimizin baş harfleri vardı. Sinan yapmıştı bunu. Bir şey demeden gözünün içine baktım ve sarıldım ona. Güzel dostum, ne kadar da kıymet veriyordu hatıralarımıza…
Sarılmamız bittikten sonra bizim eve doğru yürüdük kol kola. Evin kapısına gelince birbirimizin üstüne baktık ve yine çocukluğumuzdaki gibi batmış halde olduğumuzu görüp gülmeye başladık. O kadar gülüyorduk ki, artık kahkahalarımız mahalleyi inletiyordu. Hatta anneme zili çalmadan kapıyı bile açtırmıştı. Kadıncağız kapıyı açıp da bizi o halde görünce:
“Ay! Allah sizi islah etsin, yine mi misket oynadınız siz? Şu üstünüzün haline bakın! Siz hiç büyümeyecek misiniz yavrularım ha, siz hiç uslanmayacak mısınız?” diye söylendi ama bir yandan o da gülüyordu.
“Ne yapalım anne, bizim başka ne eğlencemiz var?” derken ben de hâlâ gülüyordum. Annemse bir hışımla içeri gitti, sonra elinde ıslak mendil kutusuyla geri geldi.
“Neyse ki artık daha pratik oluyor.” deyip birkaç mendil çıkardı ve Sinan’ın yüzünü gözünü temizledi. Sonra da beni temizleyip ikimize birden sıkıca sarıldı.
“Allah sizi ömür boyu ayırmasın benim güzel evlatlarım!” deyip başlarımızı öptü. Sonra da o beklenen müjdeyi verdi: “Börek hazır, çayı da şimdi demledim. Hadi mutfağa!”
Esra Barın