12.Gün
11.03.2021
Sevgili Günlük!
Kabul et, seni terk ettiğimi sandın. Az önce bakınca anladım, biraz uzun sürmüş ayrılığımız. Sana karşı mahcubum ama gerçekten vakit bulamadım. Aramıza giren bu altı günlük ayrılıkta bazen yoğunluktan bazen de yorgunluktan sana yazmaya fırsat bulamadım. Affet.
Bu altı günü boş geçirmediğimi bilmeni istiyorum. Dolu dolu geçirdiğimi bile söyleyebilirim. Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bir konu hakkında nihayete vardım. Artık kabataslak halinde de olsa bir şiir görüşüm var. Bugüne kadar bir şiir görüşü belirleyemememin nedeni hayrancı bakış açımdı. Geçenlerde derste hocanın söylediği şeyle bakış açım gelişmişti: “Geleneği sürdüren bir şair, ortalama bir şair olabilir.”
Ortalama şairin tanımını yapmak pek kolay değil ama hocanın gözündeki ortalama şairi, “Falan filan” diyerek geçiştirdikleri olarak görebiliyorum. Onlardan olmayacağım. Çalışmalara başladım. Zamanla taslak halinde olan görüşlerimi netleştireceğimi umut ediyorum. Ama şu kadarını bil, yaşadığım çağı okuyorum.
Hoca haklıydı. 50 sene öncenin şiirini bugün yazmanın hiçbir anlamı yoktu çünkü 50 sene öncenin şairleri de bugün ayağa kalksa bambaşka şeyler yazacaktı.
Çok az insan bilir, edebiyata şiirle başladığımı. Herhangi bir yerde yayımlamadım ve ara sıra gözüm çarptığında bir şeye benzemediklerini görüyorum. Bu ana kadar romana ağırlık verdim, denemeler de yazdım. Şiiri hepsinin üstünde, soylu bir sanat olarak gördüğüm için pek yeltenmedim bu zamana kadar. Şimdilerde ise tatlı bir heyecan var içimde.
Şiirle alakalı araştırmalar yaparken pek çok akımı ve geleneği inceledim. Sonra döndüm bir de romana baktım. Aldı beni bir düşünce… Neden şiirde çıkan tartışmalar roman için çıkmamıştı? Neden bir roman geleneğimiz ve karşılaştırabileceğimiz akımlar yoktu? Elimizde Batı’dan gelen akımlar dışında bir tek toplumcu gerçekçilik vardı. Dönüp bakıyorum da geriye, o çağa, edebiyatın tarihini yazan romancılarımızın toplum gerçeklerinin sesi olmaktan başka yolu yoktu.
Tarihe baktım az önce. 11 Mart… Zaman ne kadar hızlı geçmiş. İlk vakanın açıklanmasından tam 1 yıl geçmiş. Bir şey fark ettim geçenlerde. 2019’da olan bir olaydan bahsedildiğinde hem çevrem hem de ben “Geçen sene” ifadesini kullanıyoruz. 2020 son derece gerçekçi bir yıl olmasına rağmen hiç yaşanmamış bir yıl olarak kalmış hafızamızda, daha doğrusu hakkıyla yaşanamamış.
Bir yıl önceyi hatırlıyorum da hiçbir şeyin ciddiyetinin farkında değildik henüz. Öyle ki eğer seyircili oynansa derbiye bile gidecektim. Okullar tatil denildiğinde, akşamın kör karanlığında okulumdan son kez bir dersin ardından çıktığımı bilemezdim ve bir daha derse girmeden mezuniyet için gün sayacağımı bilemezdim.
Devam ediyor pandemi. Dışarı çıkmak angarya gibi gelmeye başladı artık. Bugün cumartesiden sonra ilk kez dışarı çıktım. 10 dakikada markete gidip geldim. Kasada poşetleme yaparken benden sonra gelen kadın, kasiyerden poşet istedi. Ben de elimdeki poşet rulosundan kendim için kopardığım poşeti ona uzattım. O an değil ama eve gidince anladım kadının birkaç saniye neden duraksadığını. Benden almaya çekinmişti. Çok değil, bir yıl önce vermemek ayıptı. Eskiden böyle olaylar karşısında, “Nereye gidiyor bu memleket?” diye hayıflanırdık ama şimdi her neresiyse orası, dünya tamamen yolcusuydu oranın.
Günün sonunda Sevgili Günlük, seni özlediğimi fark ettim. Her geldiğimde yorgunum diye çemkiriyorum ya sana, şikayetçiyim sanma. Tüm yorgunluklar bugünü görebilmek içindi aslında. Bu tarih, güzel bir şeyi de anımsatıyor bana. Kafiyeyi bilinçli yapmadım bu arada. Hadi eyvallah!
Servet Eren