Her şeyi göze alarak çıkmıştım yola, başıma gelebilecek her şeyi… O kadar kararlı ve öfkeliydim ki, beni durduracak hiçbir kuvvet yoktu. Terk etmiştim evimi. Bana yapılan haksızlıklara baş kaldırıp kapıyı da bir güzel vurup ardımda bırakmıştım her şeyi ve herkesi…
Trenin camına başıma yaslamış, dışarıda yağan yağmur damlalarına bakıyordum. Aklımdaysa olanların ve olacakların münakaşası hakimdi. Kendi kurduğum mahkemede onları defalarca yargılayıp her seferinde de lehime karar vermiştim. Onlar bana haksızlık etmişti, ailem beni ezip geçmişti. Bensiz kalmak olarak kesmiştim cezalarını, hükmümü böyle vermiştim. Ama olacaklar konusunda o kadar da keskin değildi kalemim. Bir bilinmeze doğru taşıyordu beni bu tren ve tuhaf duygular geziyordu içimde. Korkmuyordum ama belirsizlik huzursuz hissettiriyordu fazlasıyla.
Okuldan arkadaşımı aramıştım, onun yanına gidecektim ve sonrasına bakacaktık. Öyle konuşmuştuk onunla da. Nasılsa bir şekilde yolunu bulurdu her şey, herkes nasıl ayakta duruyorsa ben de öyle durabilirdim elbette. Vardıktan sonra nasılsa rayına otururdu her şey…
Birkaç durak boyunca boş olan yan koltuk, vardığımız istasyonda doldu. Kendimi toparladım, ceketimi alıp kucağıma koydum ve bana selam veren amcaya tebessüm ederek karşılık verdim. Yanakları soğuktan kızarmış, kasketi başında, sevimli bir adamdı.
“Hayırlı yolculuklar bizim oğlan.” deyip oturdu yanıma.
“Sağ ol amca, sana da.” dedim ve yeniden döndüm cama. Ama amca sohbeti devam ettirmek için yeni bir hamle yaptı.
“Nereye bakalım yolculuk?”
Başımı yarım çevirip:
“İstanbul.” dedim ve yeniden cama yasladım başımı. Ama amca pek umursamadı, devam etti konuşmaya.
“Ben de İstanbul’a gidiyorum, hayırlısıyla varırız inşallah.”
“İnşallah amca.” dedim bu kez başımı yarım bile çevirmeden.
Birkaç dakika sessiz kaldı, sanırım anladı konuşmak istemediğimi diye düşünürken yanıldığımı gösteren o ses geldi kulaklarıma:
“Beri baksana bizim oğlan, ne yasladın öyle kafanı cama? Bu yol öyle konuşmadan, dertleşmeden bitmez be evladım. Az beri bak da birkaç lakırdı edelim.”
Aslında tersleyebilirdim onu, uyuyacağımı falan da söyleyebilirdim ama o kadar sevimli bir hali vardı ki, kıyamadım. Oturuşumu düzeltip ona doğru döndüm.
“Haydi o zaman, sen başla anlatmaya amca. Ben konuşmayı pek sevmem ama seni dinlerim.”
“Siz gençlerin de bu konuşmayı sevmem demesini hiç anlamış değilim. Gençsiniz, civa gibisiniz, konuşup eğlenmek varken niye susarsınız ki?”
“Doğru dedin amca, ama ben biraz yorgunum ondan dedim öyle. Hadi sen başla, konuştukça ben de açılırım.” dedim sırf bir an önce ne diyecekse anlatmaya başlasın diye.
“Yok, öyle olmaz muhabbet dediğin. Önce bir diyeceksin, kimsin, kimlerdensin, nerden gelip nereye gidersin?”
“İstabul’a gidiyorum işte, dedim ya amca.”
“Onu anladık, ne sebepten gidersin peki?”
“Arkadaşımın yanına, orada iş bulup çalışacağım. Bakalım, hayat bizi nereye sürüklerse.” dedim ve yeni bir soru gelmeden hemen hamle yaptım:
“Peki sen neden gidiyorsun?”
“Ben mecburiyetten gidiyorum. Bakma böyle gülüp konuştuğuma, içim yana yana aşıyorum bu yolları aslında.” dediğinde anladım ki, onu konuşturmamı bekliyordu. Aslında kendiydi anlatmak isteyen.
“Neden öyle dedin ki amca?” diyerek daha açtım ona yolu ve başladı anlatmaya:
“İstanbul’da bir abim var, yıllardır görmediğim bir kardeş. Hastaymış, onu görmeye gidiyorum işte.”
“Geçmiş olsun, inşallah ciddi bir hastalık değildir.” dedim ama çoktan akmaya başlayan gözyaşlarından anladım pek iyi bir durum olmadığını. Amca gözlerini sildi, sonra bakışlarını camdan dışarıya doğru dikti. Konuşmayı devam ettirmem lazımdı, bir soru beklediği belliydi.
“Siz neden görüşmüyorsunuz yıllardır peki?” dedim ve işte beklediği soru gelmişti.
“Ah, neresinden başlayıp anlatsam bilmem ki…”
“Sen en iyisi başından başla amca, nasılsa yol uzun.” dedim ve sözü ona bıraktım yine.
“O zaman dediğin gibi olsun bizim oğlan, sana en başından anlatayım. Abim çok civan bir delikanlıydı, boylu poslu, yiğit dediklerinden. Hem de çok gururlu, lafını sözünü esirgemeyen biriydi de. Askere gidip gelince, babamın karşısına geçip evlenmek istediğini söyledi. Tabii bizim evde herkesin etekleri zil çaldı mürvet görecekler diye. Hazırlıklar yapıldı, kız istemeler, kına, düğün her şey oldu. Ağzımızın tadı zaten yerindeydi, daha da tatlandı. Derken gel zaman git zaman, abim sürekli bir sebepten evde hır gür çıkarmaya başladı. Biz anlamıyorduk ne olduğunu ama babamla kenarda köşede konuşmalarından belliydi ikisinin arasında bir sıkıntı olduğu.”
“Neymiş ki dertleri?” dedim merakla, sarmaya başlamıştı beni hikâye.
“Dur hele, anlatıyorum bizim oğlan.” deyip güldü. Sonra yine camdan dışarı çevrildi bakışları ve anlatmaya koyuldu:
“Ben o zaman daha on beşimdeyim, babama sormaya cesaret edemedim ama abimi yalnızken yakalayıp sordum derdinin ne olduğunu. Meğer sıkıntısı, evini ayırıp kendi hanesini kurmakmış.”
“E ne var ki bunda amca? Evli barklı insanlar, ayrı eve çıksalarmış.” diyerek konuya kendimi iyice kaptırdım. Amca kaşlarını çattı:
“Biz evini ayırmasın demedik ki ona. Ama derdi başkaymış işte, bak dinle sen. Bizim iki tane tarla vardı o zaman köyde, biri büyük biri de ufak. Abim dermiş ki babama, benim çoluk çocuğum olacak, sen o büyük tarlayı bana ver. Bizim de geçim kaynağımız o tarla, ufak olandan çok verim zaten alamıyoruz. İstersen ufak tarlayı al demiş babam, büyük olanda herkesin hakkı var demiş. Babam istediğini kabul etmeyince başlamış kavgalar. Abim bana anlatınca ben de dedim ona ‘Biz o tarladan doyuruyoruz karnımızı, aç mı kalalım?’ Babama karşı gelemediği için hırsını benden çıkardı o gün. Beni o kadar dövdü ki, bir kulağım hâlâ az duyuyor o günden beri.”
“Yok artık, ne diye dövüyor ki seni? Sen doğru olanı söylemişsin!” dedim sinirle.
“İşte bizim oğlan, abim kendini o kadar haklı görüyordu ki ben karşı gelince de her şeyin acısını benden çıkardı.”
“E baban ne yaptı seni öyle görünce? Çok kızmıştır.”
“Babama haber uçurmuşlar, ‘Kazım, Halim’i dövüyor yetiş!’ demişler de adam kahveden koşarak geldi.” dediğinde adının da Halim olduğunu öğrenmiş oldum. Ben bir şey demeden devam etti konuşmaya:
“Babam beni kan revan içinde görünce, abime iki tokat attı. Tabii herkes oradaydı, karısı da. Onun önünde tokat yemek ağrına gitti, çekip gitti yanımızdan. O gidince yengem de babama kızdı, söylendi. Sonradan anladık tabii bu tarla işi yengemin isteğiymiş ama o zaman bilemedi kimse bunu. Neyse, ertesi gün her şey sakinleşir diye düşünürken sabah bir uyandık, ne abim var ne yengem ne de eşyaları. Bir mektup bırakıp gitmiş.”
“Nasıl yani? Evi mi terk etmiş?”
“Sadece evi olsa iyi. Köyü, kasabayı hatta şehri bile terk edip İstanbul’a gitmiş. Abim çok gururlu bir adamdı, o kadar insanın içinde tokat yemeyi hazmedemeyip terk etti hepimizi. Bir asker arkadaşı varmış, onun yanına gitmişler.”
“Ne yazmış mektupta?” diye sordum kendimi tutamayıp. İyice meraklanmıştım.
“’Sizin Kazım diye bir oğlunuz, benim de sizin gibi bir ailem yok. Beni öldü sayın’ yazmış. Anam babam yıkıldı bunu okuyunca. Evimizin bütün tadı tuzu, her şeyi gitti bir anda.”
“Hay Allah ya! E bu kadar zaman hiç mi görüşmediniz?” dedim sıkıntıyla.
“Ben birkaç sefer ulaşmaya çalıştım. Telefonunu buldum, aradım ama hakaret edip kapattılar suratıma. Her şey benim yüzümden olmuş gibi, ben suçluymuşum gibi bana kızdılar. Ama beni bırak, ne anamı aradılar ne babamı. Anam ölümüne kadar adını sayıkladı, yolunu gözledi ama ne gelen oldu ne giden. Onun arkasından babam da öldü ama onun da cenazesine gelmedi. Haber vermek için aradım ikisinde de ama ‘Benim anam da yok babam da!’ deyip kestirip attı.”
“Vay be, o nasıl öfkeymiş o kadar be amca!” dedim hayretle.
“Ama o öfkesi onu yedi bitirdi, hasta etti işte. Şimdi ölüm döşeğinde, beni görmek istemiş. Çocukları aradılar, konuşturdular bizi. Zorla söyledi içindekileri bana.” dedi amca üzüntüyle.
“Ne dedi ki, pişman mıymış?”
“Hem ne pişman bizim oğlan. Dedi ki bana, ‘Anama babama, kardeşlerime, toprağıma hasret kaldım bunca zaman. Gururumdan dönemedim, cenazelerine bile gelmedim. Allah benim cezamı da böyle verdi işte Halim. Bak, ölemiyorum bile. Gel kardeşim, seni dünya gözüyle son bir kez göreyim’ diye ağladı. Ama nefes bile alamıyordu, makinelere bağlıymış nefesi bile.” dedi amca, gözyaşları da eşlik etti ona.
“Allah yardımcısı olsun be amca, kardeş tabi sen de kıyamadın değil mi?”
“Kıyamadım, yüreğim ağrıdı bizim oğlan. Aslında beni dövdü diye de hiç kızmadım ben ona. Ama ne zaman ki anam babamın cenazesine gelmedi, o zaman işte kırmıştım kalemini. Sonra arayıp da ölüyorum deyince yine geçti o kızgınlık. Düşündüm, onun da ne çektiğini düşündüm. Neler yaşadı kim bilir, ne zorluklardan geçti. Belki bunlar körükledi öfkesini, ondan yumuşatamadı yüreğini. Biz yine beraberdik, onu özledik ama bir aradaydık hepimiz. Bir tek o ayrıydı, uzaktaydı. Acıdım ona bizim oğlan, onun yaşadığı hepimizinkinden zordu. Gurbet adamı yer derler, bak işte benim abimi de yemiş bitirmiş. Belki bizimle arasında böyle şeyler olmasa dayanırdı ama kimi kimsesi yoktu yanında.”
Ağlıyordu amca, hıçıkırkları da duyuluyordu.
“Ama bu kadar kin tutan o değil miydi be amca? Kızgınlığından arayıp sormamış bile sizi, kabahat sizde değil ki.” deyince yüzüme acı acı baktı.
“Bak evladım, insan ne kadar keskinse en çok kendinedir zararı. Benim abim de gurbetle, hasretle bilendi. Neler yaşadı da kini, öfkesi bunca büyüdü onu Allah bilir. Zorlandıkça keskinleşti, bize daha da kızdı belki. Bir insan ana babasının cenazesine gelemeyecek kadar öfkeliyse, bunun sebebi sadece yediği iki tane tokat değildir. Yaşadığı neler oldu kim bilir… Şimdi sen bunca şeyden sonra benim ona gitmemi de yadırgadın belki. Ama öyle bir zaman gelir ki hata kimdeydi demek aklının kıyısından bile geçmez. Şimdi benim abim ölümün eşiğinde, pişman, günleri sayılı, nefesi kesildi kesilecek. Böyle olunca, kimse haklı haksız aramıyor, onlar aklına bile gelmiyor. Tek derdin ona yetişip son bir kez konuşmak, gözlerinin içine bakıp da yılların hasretine deva bulmak oluyor.”
“Haklısın amca, ölüm başka bir şey.” dedim içim sıkılarak.
“Ölüm kurtulmak bizim oğlan, asıl zor olan hasret. Yaşarken hasret çekmek, kin tutmak, kızmak… Asıl bunlardır insanı yoran, yük olan sırtına. Affedemedikçe aratıp da tüketir insanı içindeki kin. Sen de şimdi gurbetin yolunu tutmuşsun bak. Ardında kim bilir neler bıraktın, sevdiğin kimler kaldı geride. Ama sana ders olsun, sakın ha gurbete kapılıp da sevdiklerinle bağını koparma. Öfkene, kinine sakın yenilme olur mu bizim oğlan?” dediğinde yüzüne şaşkın şaşkın baktım.
“Olur amca.” dedim sadece ama kafam karmakarışık olmuştu bir anda. Bilir gibi söylemişti bunları, sanki anlamış gibi neden gittiğimi. Ne yapacağımı bilemedim, elimi kolumu koyacak yer bulamadım. En sonunda:
“Benim karnım acıktı, yemek vagonundan bir şeylar alayım amca.” deyip ayaklandım. Bana yol verdi, geçip koridora çıktım. Ona dönüp:
“Bir şey ister misin?” deyince tuhaf bir gülümseme belirdi yüzünde.
“Yok, sen karnını doyur bizim oğlan ben tokum.” dedi ve ilerledim. Koridorda camın önünde durdum, dışarıya baktım. Amcanın anlattığı hikâye yeniden geçti aklımdan. Abisini düşündüm, çekip gidişini. Benim hikâyemde de o abi bendim, ben de aileme sırtımı dönüp çekip gitmek için bu yola çıkmıştım.
Vücudum büyük bir sinir harbiyle sarsıldı, vagonların arasındaki merdivene geçip oturdum zorlukla. Titriyordum, şok içinde gibiydim. Kendimi o adamın yerine koydum, Kazım’ın. Başına gelenleri düşündüm, onca zaman yaşadıklarını hayal etmeye çalıştım, ölümün eşiğine gelişini…
Neden ayrılmıştım evimden? Kazım’ın sebebi kadar bile büyük değildi. Hatta büyük bile değildi. Düşündükçe idrak ediyordum…
Kendimi bir an için hasta yatağımda, ölümü beklerken gördüm, pişmanlığımı hissettim, içim çekildi.
Ne yapıyordum ben? Hangi öfke değerdi bu kadar büyük bir karar almaya ki? Bu bilinmez ve zor yola çıkmama sebep olan şey basit bir kavgaydı. Ve düşününce farkına vardım, içimde kurduğum mahkemenin kararı da adil değildi, taraf tutmuştu kararım…
Kalktım oturduğum yerden, yerimin olduğu vagona geldim. Amca gülümseyerek baktı bana, tam yerime geçmem için kalkacaktı ki durdurdum onu:
“Kalkma sen Halim amca. Ben ceketimi alıp gideceğim.”
“Hayırdır bizim oğlan? İstanbul’a daha çok var, nereye?”
“Kazım olmadan geri dönmeye… Hakkını helal et!” dedim ve ceketimi alıp ayrıldım yanından…
Esra Barın