Sobanın üstünde kaynayan ıhlamur kokusuyla geçti çocukluğumun bütün kışları. Annemin, ya bulduğu her meyve kabuğunu içine attığı ya da hep dedikleri gibi sevgisini kattığından, hiçbir ıhlamurda bulamadığım kadar başka bir lezzeti vardı. Hasta olalım olmayalım, her akşam içirirdi bize. Bu yüzden belki, çocukluğumda hiç hasta olmadım diyebilirim.
Orta halli bir ailenin iki çocuğundan biriyim ben, adım Nergis. Şimdi otuz iki yaşımın kıyısındayım ve içimdeki o ıhlamurla şifa bulan çocuğun özlemini taşıyorum.
Üniversite için yaşadığım evden ve köyümden ayrılırken, geri dönmek için bu kadar hasretle yanacağımı hiç düşünmemiştim. Kurtulmuştum o sakin, hiçbir eğlenceli tarafı olmayan yerden ve özgürlük hissinin başımda estirdiği rüzgarlarla, koşar adım kaçmıştım.
Okul hayatım iyi geçti, kendi başıma yaşamak başka bir haz veriyordu bana. Arkadaşlarım, okul etkinlikleri, gezip tozmalar, sınırsız özgürlük ve karışacak kimsenin olmaması… Bunların hayatta en çok istediğim şeyler olduğunu sandığım zamanlardı ve keyfime de diyecek yoktu.
Onu da okulda tanıdım. Hayatımın aşkı sandığım, gözüm kapalı inandığım ve sevdiğim adamı, Demir’i.
Üçüncü yılımızda, ortak bir proje sebebiyle kesişti yollarımız. O benden bir sınıf üstteydi. Birbirimizi gördüğümüz anda başlamıştı her şey. Proje boyunca sürekli sohbetler edip vakit geçirdik. Birlikteyken çok mutluyduk, çok eğleniyorduk. İkimizden başka kimse yokmuş gibi, dünya sanki bizimmiş gibi geliyordu.
Sonra o mezun oldu ve hemen askere gitti. Döner dönmez de evlenme teklif etti ve havalara uçarak kabul ettim. O hemen iş buldu, ben de mezun oldum ve artık evlilik için bir engel kalmamıştı arada.
Hemen memlekete döndüm, bizimkilere anlattım durumu. Okuldayken kaybetmiştim babamı, annemle abim vardı aileden geriye kalan. Abim benim için mutlu olurken, annem biraz şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi ama ben Demir’den öyle güzel bahsettim ki, sonunda o da rahatladı.
Ailesiyle birlikte geldiklerinde, ben dahil hepimiz biraz şaşırdık. Kapımıza yanaşan lüks arabadan inen ailesinin üstü başıysa bambaşka bir şok dalgası yarattı bizde. Annesinin, köyün çamurundan ettiği şikayet tadımızı kaçırsa da kimse belli etmedi ve gülümseyerek buyur ettik.
Biraz gergin, üstümüzde sürekli dolanan tuhaf bakışlarla nihayet istediler beni ve yüzükleri taktık. Tam hallettik gidecekler kazasız belasız derken, annesi bir bomba patlattı.
“Bir aya düğünü yapıyoruz, hazırlıklarınızı yapın.”
“Bir ay mı?” diye ilk tepki annemden geldi. “Biz bir ayda nasıl hazırlanırız?”
Annesi bir bomba daha attı ortamıza ve bu kez gerçekten sarsıcı oldu:
“Sizin bir hazırlık yapmanıza gerek yok hanımefendi, biz her şeyi organizasyon şirketiyle halledeceğiz. Sadece bilmeniz gereken şu; düğünü (o zamanın ünlüsü ama bizim bilmediğimiz) otelde yapacağız. Sizden sadece çok yakınlarınız gelebilir, kontenjan sınırlı.”
Annemin yüzünde de her hareketinde de ne anlatmak istediğini okudum.
‘Ama bizim eş dostumuz var, biz şimdi onlara ne deriz? Nasıl deriz düğüne gelemezsiniz diye? Ah benim kızım, bizi kimlerle dünür ettin sen böyle…’
Demir’in benden kaçırdığı gözlerinin içine bakıp hesap soramadığım için, bugün bile kendimi affedebilmiş değilim. Annemin kendi içindeki o çırpınışının hesabını…
Onlar gittikten sonra vazgeçeceğimi söyledim ama bizimkiler kıyameti kopardı. Buradan dönülmeyeceğini söyleyip beni sakinleştirdiler. Ama içimde o yara açılmıştı bir kere, o üstten bakan emrivaki tavırlardan… İçime bir taş oturmuştu ve artık hiçbir şeyin iyi olacağından emin değildim.
Kimse üzülmesin diye, biz kendi eş dostumuzla iki gün önceden düğün gibi kına eğlencesi yaptık. Annemin içi biraz olsun rahatladı o zaman, mahçubiyeti biraz olsun hafifledi. İki gün sonra da Demir gelip aldı beni. Bizim aile, amcamlar ve teyzemler de o kısıtlı kontenjan içine dahil edebildiğimiz sınırlı kişiler olarak peşimizden geldiler.
Düğünümüz güzel oldu, sade ama şık detaylarla hazırlanmıştı her şey. Bu arada, gelinliğim dışında hiçbir konuya karışmadım, daha doğrusu karışamadım. Buna da sadece ailem daha fazla üzülmesin diye sesimi çıkarmadım.
Evlendik ve kendi düzenimizi kurduk. Demir’in tüm ısrarlarına rağmen çalışmayı tercih ettim ve bir işe girdim. İlk birkaç yıl her şey güzel gitti ama sonra bir şeyler yavaş yavaş bozulmaya başladı. Bir çocuğumuz olsun istiyordum ama ilişkimizin durumu beni korkutuyordu, göze alamıyordum. Şimdi ‘iyi ki’ dediğim şeyi yaptım ve çocuk sahibi olmaktan vazgeçtim.
Demir değişiyordu günden güne, sorumsuz ve ilgisizliği çok ileri boyuttaydı. İşin kötüsü de annesi onu hep savunuyor, haklı buluyordu. Sonra Demir işinden ayrıldı, ailesinin babadan kalma mal mülkünü idare edeceğini söyledi ve boş boş gezmeye başladı. Bu durum onun sorumsuzluğunu daha da ileri boyuta taşımıştı.
İtirazlarım, konuşmalarım, uyarılarım, üzülmelerim… Hiçbiri bir işe yaramadı ve kalbimi parça parça ederek evliliğimizi darmadağın etti yıllar içinde. İçimdeki ‘hâlâ şansınız var’ diye fısıldayan o umutlu kadın da, bir gece başıma gelen çirkin olayla sustu. Dayak yedim, hem de kemiklerim kırılana kadar…
Sabaha kadar yığılmış halde yattığım yerden kalkıp gittiğim ilk yer avukat oldu. İyi bir avukata denk gelmem büyük şans oldu bana. Her şeyimle ilgilendi, raporlar alındı, dilekçeler hazırlandı ve boşanma için başvuru yapıldı. Polisler eşliğinde eve gidip eşyalarımı aldım ve okuldan yakın bir arkadaşımın evine yerleştim.
Çok geçmeden mahkeme görüldü, tek celsede boşandık. Demir pişmandı ama benim kararlılığımı görmek onu çaresiz bıraktı ve daha fazla ısrar etmedi. Annesi ise tam bir yılandı, zehrini saçtı yine bana mahkeme öncesinde:
“Bizim oğlumuz iyi yetiştirilmiş, görgülü bir çocuktur. Onu bu hale sen getirdin. Senin gibi cahil bir aileden kız almanın bedelini ödüyoruz!”
Bu kadını yıllarca yok saymıştım, ağır lafları karşısında bile sessizliğimi korumuştum ama artık ona da tahammülüm kalmamıştı.
“Sizin cahil dediğiniz o ailenin hiçbir erkeği, bir kadının saçının telini bile kırmamıştır. Ellerinde yoksa kalplerinden verip öyle severler, kadına el kaldırmayı haram bilir, bırakın eli dilleriyle bile incitmezler. Eğer siz bilgiliyseniz, onların cahilliğiyle gurur duyarım ben.” dedim ve uzaklaştım yanından.
İyi okullarda okutarak, üstüne başına pahalı kıyafetler alıp ortaya salarak iyi evlat yetiştirdiğini sanan, cahilin önde gideni aslında onlardı. Oğlunun her yaptığını haklı bulmak, hatalarını hoş görüp başkalarını suçlamak kolayına geliyordu. Çünkü işin alt tarafında hatanın kendinde olduğunu biliyor ama bunu kabullenmek istemiyordu. Onca şey yaşandı gözünün önünde ama oğlunu asla durdurmadı ve neredeyse öldürecek olmasına rağmen, beni değil de hâlâ oğlunu haklı görüp bir de aileme laf ediyordu.
Tek bildiğim, dünyanın böyle insanlardan temizlenmeden asla yaşanılır bir yer olmayacağı…
Boşanma kağıtlarını alır almaz istifamı verdim ve eşyalarımı alıp yola çıktım. Çamurlu ve dar yollara ulaştığımda gözyaşlarımı durduramadım. Kaçar gibi gittiğim köyüme, şimdi büyük bir hasretle geri dönmüştüm.
Hâlâ dikiş izleri vardı yüzümde, belliydi başıma bir şeylerin geldiği. Annem kapıda beni çantalarım ve yüzümdeki izlerle görünce ses çıkarmadan sadece sarıldı. Kıştı, kar yağıyordu. İçeri girince, burnuma çocukluğumun kokusu geldi, annemin sobasından hiç eksik olmayan ıhlamurun kokusu.
Gözümün daldığı yere bakıp anladı neler geçtiğini içimden:
“Otur yavrum, sana bir ıhlamur vereyim şifa niyetine.” dedi annem.
Oturdum, sessizce içtim ıhlamurumu. Sonra dizine yattım annemin.
“Geçecek kızım, hepsi geçip gidecek güzel yavrum.” dedi, ağladığının farkındaydım.
“Benim gitttiğim yerde senin ıhlamurun yoktu anne. Ben o yüzden iyi olamadım. Ama şimdi sen varsın, şifalı ıhlamurun var. Ben artık iyi olurum, hep iyi olurum.” dedim ben de ağlayarak.
Sonra ikimiz de sustuk. Kötü günler geçmişti, sadece gözlerimizde biriken son damlaları da akıtıp tüm izlerini silmek kalmıştı geriye…
Esra Barın