Beyaz Duvarlar

“Bu yazımı babama ithaf ediyorum. Seni çok seviyorum canım babacığım.”

“Üzgünüm,” dedi doktor kaşlarını ciddiyetle çatarak. “Şüphelerinizde haklısınız.”

Sustum. Sol yanımda cıvıldayan kuşlar da sustu… Yanımda oturan adamın sessiz yıkılışı yankılandı beyaz duvarlarda. Sahi neden beyazdı hastane odaları? Mutluluğun ve huzurun rengi değil miydi beyaz? Öyleyse neden bu odadaki aşırı beyazlık bana bu kadar acı veriyordu şimdi? Neden yakıyordu gözlerimin en içini? Yutkundum. Elimde kalan bütün umut tohumlarını ekip topraklarıma, “Emin misiniz?” diye sordum titrek bir sesle. Tohumlarım hızlandırılmış bir şekilde filizlenip çiçek açtı, engel olamadım. 

“Eminim.” dedi doktor, içime ektiğim çiçekleri kopardığını bilmeden. “Babanız bu odaya girer girmez tanımıştım hastalığı,” diye eklediğinde rahmetli dedemin titrek eli canlandı gözümün önünde… Kulağıma küpe diye astığı kirazlı şekerler ve hâlâ yürüyebiliyorken bağda topladığımız sepet sepet üzümler…. 

Aslında ben de tanımamış mıydım bu hastalığı? Daha ilk belirtilerini fark ettiğimde ‘Baba doktora git’ diye defalarca üstelememiş miydim? Neden şimdi donup kalan bedenimin içine bir yıldırım gibi düşmüştü doktorun söyledikleri? Tanımıştım oysa… Dedem gibi yürüyor dedem gibi konuşuyordu. Hatta eli bile dedem gibi titriyordu. Hazırlıklıydım, hazırlıklıydım doktorun söylediklerine. Öyleydim değil mi?

Göz kapaklarımı usulca düşürüp boğazımda hissettiğim tıkanma hissinden kurtulmak için bir kaç defa yutkundum. Fazlasıyla yakmaya başlamıştı gözlerimi odadaki bu beyazlık. Gözlerimi tekrar açtığımda bakışlarımı penceredeki güneş ışınlarının içeri sızmasını engelleyen panjura çevirdim. Hay Allah, o da beyazdı. Odada beyaz olmayan bir nesne ararken doktorun açık olan beyaz önlüğün altındaki mavi gömleğinin şeffaf düğmelerine takıldı bakışlarım. Mavi renk iyiydi… Güven ve sorumluluğun rengiydi. Babamın en sevdiği renkti mavi. 

Gözlerimi o maviliğe hapsedip doktorun anlattıklarını dinlemeye çalıştım. Beyin diyordu, hücreler diyordu, dopamin diyordu… Art arda bir sürü bilimsel terimler sıralanıyordu hastalığın nedeni ve ilerleyiş süreci hakkında. Hareketlerde yavaşlama, dinlenme halindeyken titreme, yorgunluk, ağrı, depresyon… Bir zaman sonra ilikleyemeyecekti babam kendi gömleğinin düğmelerini, yiyemeyecekti kendi yemeğini… Bunu biliyordum. Dedeciğime ait anılarımın arasında maalesef bu anlar da vardı. 

“Bunlar bildiğimiz şeyler doktor, bize tedaviyi anlat, iyileşme sürecini anlat,” diye düşündüğüm bir anda babam boğuk bir sesle, “Ya tedavi?” diye sordu. 

“İlaç tedavisi ile beyindeki dopamin maddesinin üretim açığını kapatabiliriz.” diye cevap verdi doktor. Duraksayıp derin bir nefes aldı. Az sonra söyleyecekleri için hazırlıyordu kendini ya da bizi, bilmiyorum.

“Fakat bu sadece şikayetlerin azalmasını sağlar, hastalığın ilerlemesini önleyemez,” diye devam ettiğinde yüzümü düşürdüm. Yine bildiğim şeyler. Ne yani 20 yılda ilerleyememiş miydi tıp bu konuda? Robotların dünyayı kuşatmaya başladığı bu zamanda hâlâ babamın hastalığının bir tedavisini bulamamışlar mıydı? Yüzümü kaldırıp doktorun mavi olan gözlerine baktım. 

“Peki ya ilaçlar fayda etmezse…?” diye sordum sorumun devamını getiremeden. 

“Tedavide ilk seçenek ilaçlardır, ancak bazı kişilerde ilaç tedavisi yetersiz kaldığında ‘beyin pili’ yöntemi tercih edilebilir.” diye cevap verdi doktor. 

“Pil mi?” diye sordum sesime umut katarak. İşte bu yeni bir şeydi. Dedem zamanında yoktu bu pil. Tuhaf bir düşünceydi aslında, insana bir pil takılması ama yeter ki babam iyi olsundu. 

“Babam o zaman iyileşecek mi?” diye sordum doktorun mavi gözlerine umut kuşlarımı salarak. Demiştim size… Mavi iyiydi. Güven ve sorumluluğun rengiydi mavi… Babamın en sevdiği… 

“Sizi boşa umutlandırmak istemem, bu hastalığın tedavisi yok. Tedaviler semptomları yavaşlatmak amaçlı.” diye cevap verdi doktor. Her kelimesiyle az önce havalanan umut kuşlarıma kurşun sıktığının farkında mıydı acaba? 

Mavi de yakmaya başlamıştı gözlerimi. Bugün bu renklerin gözlerimle alıp veremediği neydi, anlamıyordum? Bakışlarımın maviyle olan temasını koparıp odada mavi ve beyaz olmayan bir renk arayışına girdim fakat sağ tarafıma hiç bakmıyordum çünkü orada babam oturuyordu. Babama bakarsam ağlardım. 

Beyaz bir dosya dolabının üzerindeki geometrik bir saksıda açan kasımpatının sarı çiçeklerine takıldı bu defa bakışlarım. Sarı güneşin rengiydi, yaşamın rengiydi. Tutundum kasımpatının sarı çiçeklerine yaşama tutunur gibi. Dik durmalıydım… Babam için. 

Babamın “Benim yapabileceğim bir şey var mı doktor?” diye sorduğunu duydum.

“Bol bol hareket edin Ahmet Bey.” diye cevap verdi doktor. “Bisiklet sürün mesela, bisiklet sürmek çok iyi geliyor Parkinson hastalarına.” 

Ben hep sürerim zaten,” dedi babam kendinden emin bir şekilde. Hareket etmeyi seven biridir babam. Tükenmek bilmeyen bir yaşam enerjisi vardır. Yardıma ihtiyacı olana koşar, kendi derdini unutup bir başkasının derdini taşır babam benim. Yaslandığım dağdır, dinlendiğim gölge. 

Ah kasımpatının sarı çiçekleri siz de mi batmaya başladınız gözlerime? 

Gözlerime biriken nemleri itelemek için kırpıştırdığımda kirpiğimin ucuna takılan gözyaşımı baş parmağımla koparıp bakışlarımı tekrar doktora çevirdim. Üç ay sonrasına randevu alıp doktorun muayenehanesinden çıktığımızda babamla göz göze geldik. 

“Biliyorduk değil mi baba?” dedim teselli edercesine. 

“Biliyorduk kızım?” dedi. “Yaşlanınca annene ben bakarım diyordum ama… galiba tam tersi olacak.” 

Sustum. Sessiz yıkılışımın sesi yankılandı hastanenin beyaz duvarlarında. Sahi neden beyazdı hastane odaları? 

Hatice Işıktaş

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.