Son Aşkım: Geç Kalmak

Alelade bir pazar sabahıydı. Kilise çanları Amsterdam’ın boş sokaklarında yankılanırken Johanna Maria Annabelle Jansen, kısacası Anna, şehir merkezindeki büyük kilisede yapılacak olan pazar ayinine yetişmek için üç tekerli mobiletiyle son sürat yardırıyordu şehrin dar sokaklarını. Geç kalmamalıydı Tanrı’nın evine, üstelik doğru yolu bu kadar geç bulmuşken. Anna’nın ömrü hep geç kalmakla geçmişti. Hatta şu an tam da bu geç kalmışlıklarının birisinin önünden geçiyordu. Amsterdam Üniversitesi’nin tarihi binası tüm ihtişamıyla yıllara meydan okurken Anna yenilgiye uğramışlığın verdiği mahcubiyetle yüzünü aksi tarafa çevirdi.

Yıllar önce özgürlükler şehri Amsterdam’da gençliğin ve özgürlüğün tadını çıkaracağım derken dört yıllık hukuk fakültesini yedi yılda bitirememiş ve 8. yılında tam da dişini tırnağına takıp uzatmalı eğitimini tamamlamayı düşünürken öğrenci destek bursunun maksimum süresi dolduğundan dolayı beş kuruşsuz kalarak üniversite harçlarını ödeyememişti. Kendini diplomasız bir şekilde üniversitenin kapısında bulunca, gece diskolarda, gündüz de kenevir kafelerinde harcadığı onca zamana pişman olsa da okumak için geç kalmıştı Anna. Üstelik hayatta geç kaldığı tek şey bununla sınırlı kalmayacaktı.

Anna Amsterdam Üniversitesi’nin önünden hızla geçerek şehir merkezindeki büyük meydana yaklaştıkça sokaklarda yavaş yavaş dolmaya başlıyordu. Daha güvenli olduğu için kaldırımdan ayrılıp araba yolunun kenarındaki bisikletliler için ayrılan turuncu şeride geçti. Hem böylelikle hızını biraz daha arttırabilecekti. Mobiletinin gaz pedalına yüklenerek hızını saatte 35 kilometreye çıkardığında kısa tuttuğu gümüş telli seyrek saçları rüzgarda uçuşmaya başladı. Dudaklarının ucunu hafif yukarı kıvırarak acı acı gülümsedi Anna yüzünü hafifçe okşayan rüzgâra. Bu yumuşak dokunuşun büyüsüne kanıp büyük bir fırtınanın içinde bulmuştu kendini yıllar önce. Bu fırtınanın adı ise Hans’tı.

Başarısız eğitim hayatından sonra Amsterdam’ın en ünlü gece kulüplerinden birinde garsonluk yaparken tanıştığı geniş omuzlu uzun saçlı Hans’ın da bir motoru vardı fakat onun motoruna sadece ‘motor’ demek, görüntüsüyle siyah bir panteri andıran o canavar tipli araca, haksızlık olurdu. Hans’ın muhteşem bir motoru vardı. Acaba en çok kime hayrandı Anna o zamanlar? Hans’a mı yoksa motoruna mı? Her neyse… Artık bunun bir önemi yoktu çünkü eğitimini ciddiye almamak hayatta ilk hatasıysa eğer Hans ve onun o muhteşem motoru hayatında yaptığı en büyük hataydı.

Her şey bu motorla dünya turuna çıkmak istediklerinde başlamıştı. Hans Anna’nın sırt çantasına, “Hem gezelim hem eğlenelim.” diyerek attığı kenevir keklerini ve esrar sarmalarını Macaristan’da bir trafik kontrolünde yakalatınca, “Bu benim çantam değil, onun çantası. Benim bundan haberim yoktu.” diyerek bu işten sıyrılıp yoluna devam edebilmişti, ancak Anna uyuşturucu kaçakçılığından hiç tanımadığı bir ülkede hapishaneyi boylamıştı. Yıllar sonra tahliye olup otuzlu yaşlarda kendi ülkesine döndüğünde hayattaki tek yakını olan annesinin bir kalp krizi geçirerek vefat ettiğini öğrendi. Annesine de geç kalmıştı Anna, yetişememişti…

Böyle bir acının ardından kendini sokaklara vurmuş ve haftalarca şehrin en yeşil alanı olan Vondel Park’ta bir bankın üzerinde yatmıştı. Ne kadar batabiliyorsa bir insan dibe Anna da işte öyle batmıştı. Havaların soğumasıyla birlikte dışarıda kalamayacağını anladığında ise kendine başını sokacak bir yer ararken düşmüştü yolu bugün gittiği kiliseye. Kilisedeki din görevlisinin yönlendirmesiyle Amsterdam Belediyesi’ne fakirlik maaşı için başvurmuş ve bu şekilde maddi olarak rahatlayabilmişti ama bu işin sadece bir kısmıydı. Keşke hayatını bir raya oturtmak o raydan çıkmak kadar kolay olsaydı.

İlerideki kavşakta trafik lambası kırmızıya geçince Anna homurdanarak hızını düşürmeye başladı. Bu trafik lambaları inadına mı hep kırmızı yanıyordu? Burnunun ucuna düşen gözlüğünü işaret parmağıyla yukarı ittirip düzenli bir şekilde akıp giden Amsterdam trafiğini seyretti. Her büyük şehirde olduğu gibi bu şehirde de bir düzen kurmak oldukça zordu. Bu ister trafik düzeni olsun ister yeni bir hayat. Trafik kullanıcıları eğer kurallara uyarsa trafik düzenli işlerdi aksi takdirde kazalar kaçınılmaz olurdu. Hayatın da belli bir akışı varmış, uyulması gereken kuralları. Anna gençken bu kuralların farkına varamamıştı ama bir gün bir muayene odasında bir doktor ona biyolojik saatinin geçtiğini açıklayınca anlamıştı Anna… Çocuk sahibi olmak için de çok geç kalmıştı. Oysa kurduğu kısa süreli ilişkilerle yıpranan kalbinin tek bir beklentisi kalmıştı hayattan: O da bir çocuktu.

Anna şimdi 60 yaşındaydı ve artık hayattan hiçbir beklentisi kalmamıştı. En zor günlerinde ona destek olan kilisede hayatın anlamını bulmuş ve kendini Tanrı’ya adamıştı. Öyle ki her pazar mutlaka giderdi kiliseye. Çanlar son defa yankılandığında semada mobiletinin direksiyonunu sağa kırıp şehrin 90 adasını birbirine bağlayan 400 köprüsünden birinin üzerine çıktı. Mobiletini ilk önce yokuş yukarı kaptırıp sonrasında yokuş aşağı bıraktığında geç kalmamaya o kadar odaklanmıştı ki karşıdan bastonunun üzerine hafif sarkarak yürüyen yaşlı adamı fark edememişti.

Anna, son anda frene bassa da mobileti çiğ düşmüş köprünün üzerinden gıcırdayarak kayıp yaşlı adamın kendini korumak için kullandığı bastonunu kırdı. Adama da hafif dokunarak yere serdikten sonra ancak durabildi. Acıyla inleyen adamla birlikte Anna da bir çığlık attı. Panikle mobiletinden inip yalpalayarak adama doğru ilerlerken yüreği panikten pır pır ediyordu. Dizlerinden destek alarak adamın yanına çöktü ve, “Çok özür dilerim, çok özür dilerim beyefendi. İyi misiniz?” diye sordu.

Yaşlı adam başını olumsuzca sallayarak alnına düşen kasketini baş parmağıyla kaldırdı ve kırılan bastonunun elinde kalan tutacağını yere fırlattı. Gür kaşlarını çatarak Anna’ya baktı. “İyi gibi mi görünüyorum?” diye sordu bozuk bir Hollandaca’yla.

Adam’ın ne söylediğini Anna hiç duymuyordu çünkü adamın öfkeyle koyulaşan gözlerinde asılı kalmıştı bakışları. Sol yanındaki organ yıllar sonra varlığını tekrar belli etmeye başladığında mavi gözlerini kırpıştırıp tekrar baktı Anna adamın koyu kahvelerine. Hiç görmemişti bugüne kadar böyle koyusunu. İnsan bu gözlerde ya kaybolur ya da bir yıldız gibi yeniden doğardı. Peki Anna hangisini yapmak istiyordu?

Hatice Işıktaş

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.