Avcılar İlçe Emniyet Müdürlüğü, tarihinin en yoğun günlerinden birini yaşıyordu ve ben akşama kadar başımı dosyalardan kaldıramamıştım. Bu milletin ne kapkaç olayları bitiyor, ne karı koca kavgaları ne de mahalle kapışmaları. Sağ olsun televizyon dizilerimiz de bu konuda oldukça eğitici. Bıkkın bir şekilde üfleyerek başımı bilgisayar ekranından kaydırıp kol saatime baktım. Şunun şurasında mesai bitimine tam bir saat kalmıştı. “Dayan oğlum Fırat evde koltuğa devrilmene tam bir saatin kalmış,” diye kendimi avundurduğum bir anda üst devremin, benim devrilme işlemimi bilhassa geciktirmek için olsa gerek, masamın üzerine bir yığın şikayet dosyası bırakmasıyla yüzümü buruşturarak başımı biraz daha gömdüm önümdeki şikayet dosyasının içine. Bu gidişle ben koltuğa değil ama dosyalar bana devrilecekti.
Kısa bir çay molası vermek için ayaklanmıştım ki karakolun girişinde dizlerinin üzerine yığılan ellili yaşlarda kır saçlı bir amca dikkatimi çekti. Hemen yaklaşıp onu ayağa kaldırmak istedim fakat adamın ayağa kalkacak mecali yoktu. Hani gözlerinin feri sönmüş, beti benzi kapkara kesilmiş derler ya eskiler, aynı öyle işte. “Bey amca neyin var? Pek iyi görünmüyorsun,” diyerek yanına çöktüm.
Başını yavaşça kaldırıp buğulu gözlerle gözlerime baktı. “Yanlış soru evladım, neyin var değil neyin kaldı ki diyeceksin,” dedi.
“Neyin kaldı bey amca?” diyerek sorumu tekrar yönelttim ses tonumu düz tutmaya çalışarak. Belli ki ruhsal bir çöküntü yaşıyordu.
“Hiç… Memur Bey oğlum, hiçbir şeyim kalmadı.” diye cevap verdi ve ardından içli içli ağlamaya başladı. Kolumu koluna takıp onu bütün gücümü kullanarak ayağa kaldırdım. Bıraksam yine düşecek gibiydi. Yürümesine destek olarak ona çalışma masamın önündeki sandalyeye kadar eşlik ettim. İkimize de en ince bellisinden bir çay kaptıktan sonra karşısındaki yerime geçip çayı ona doğru uzattım.
“Şekerli çay,” dedim gözlerimle bardağı işaret ederek. “İyi gelir.”
Bir süre manasız bakışlarla bardağın içinde dalgalanan sıvıyı izledi. İçip içmeme konusunda tereddüt eder gibiydi, oysa boğazının kuruduğu boğuk çıkan sesinden belliydi.
“Bu saatten sonra bana çay bile iyi gelmez Memur Bey oğlum.” dedi bıkkın bir ses tonuyla. “Ama senin hatrına bir yudum alayım.”
Kendimi “Neden?” diye sorarken buldum birden. Meraklı biri değildim fakat bu adamın yüzünde o kadar çok acı vardı ki sebebini merak ediyordum. Mesai saatimin bitmek üzere olduğunu çoktan unutmuştum.
Başını kararsız bir şekilde kaldırıp nemli bakışlarını gözlerime değdirdi. “Sen boşver nedeni,” diyerek geçiştirdi beni. “Ben buraya teslim olmak için geldim, tutuklamayacak mısın beni?” diye sordu.
Çayımdan bir yudum alıp bardağı tekrar masamın üzerine bıraktım. Kafasının bir hayli karışmış olacağını düşünerek gülümsedim. Tamam, tecrübeli bir polis değildim, daha yeniydim bu meslekte fakat bu adam bende bir suçludan çok acılı bir baba izlenimi bırakmıştı.
“Seni tutuklamam için bir suç işlemiş olman gerekiyor. Söyle bakayım bey amca, senin suçun nedir?” diye sordum.
“Benim suçum…” deyip duraksadı. Bakışlarını masamdaki ofis malzemelerine kaydırıp bir süre orada oyalandı. “Benim suçum…” dedi tekrar ve yine duraksadı. Konuşmak için araladığı dudakları titriyordu. Ağır hareketlerle ellerini masanın üzerinde çevirip pişmanlık içinde ellerini seyretti. Elleriyle bir derdi var gibiydi. Derin bir nefes alıp verdikten sonra “Benim suçum çocuklarımın annesini yeterince sevmemek,” dedi gözlerindeki acıyı akıtarak.
Anlattıklarından hiçbir şey anlamamıştım. Kim eşini yeterince sevmediği için kendini tutuklatmak ister ki? Şaşkınlığım yüzüme yansımış olacak ki “Söylediklerimden hiçbir şey anlamadın değil mi?” diye mırıldandı.
“Anlamadım bey amca, kusuruma bakma,” dedim. Sol elimi saçlarımın arasından kaydırıp huzursuzca ensemi kaşımaya başladım. “Seninle beraber memleketin yarısını tutuklamamız gerek o zaman,” diye güldüm gayriihtiyari.
“Ziyanı yok Memur Bey oğlum, izin ver anlatayım.” derken cebinden bir mendil çıkarıp gözlerini kuruladı ve sonrasında bakışlarını tek bir noktaya odaklayarak anlatmaya başladı.
“İki gün önce bir telefon aldım… kızım… Seher’im hastaneye kaldırılmış,” dedi titreyen bir ses tonuyla. Derin bir nefes alıp uzun uzun geri üfledi. “Kocası olacak o şerefsiz onu o kadar dövmüş ki kızımın kafa tasında bir çatlak, omur iliğinde zedelenme ve karın bölgesinde iç kanaması vardı. Üstelik 2 aylık da gebe…”
Daha az önce kuruladığı gözlerinden akan yaşlar yüzünde yine nehirler çiziyordu. Hiç dinmiyordu gözyaşları. Nasıl dinsin ki?
“Bebek?” diye sordum sesimin titremesine engel olamayarak.
“Bebeği kaybettik tabii…” diye cevap verdi. “Tabii kızımı da. Dayanamadı yavrum yavrusunu kaybetmeye… Peki ben nasıl dayanacağım Memur Bey oğlum?”
Ellerini yüzüne kapatıp hıçkırarak ağlamaya başladığında anlamıştım amcanın meramını. Bir suçluluk psikolojisi içindeydi, kızının ölümüne engel olamadığı için kendini suçluyordu.
“Damadınızın kızınıza şiddet uyguladığını biliyor muydunuz?” diye sordum ne diyeceğimi nasıl teselli edeceğimi bilemeden.
Başını olumsuzca sallayıp defalarca “Bilmiyordum,” diye sayıkladı. “Bilsem onu orada bırakır mıydım?”
Kan oturmuş gözlerini sonunda bana çevirip göz teması kurduğunda bakışlarında sırf acı vardı. “Kızıma neden bunca zaman sustuğunu, neden kocasına katlandığını sorduğumda bana ne dedi, biliyor musun Memur Bey?” dedi acı acı gülerek.
“Ne dedi?” diye sordum sesimdeki merakı gizleme gereksinimi duymadan. Bu adamın kızı ne demiş olabilir ki babasının bu denli yıkımına sebep olsun?
“Bana ‘Sen de döverdin annemi baba’ dedi.”
Sustu. Ben de sustum.O bu sözün ağırlığı altında eziliyordu bense yeni uyanıyordum. Aile içi şiddetten şiddet doğar sözünü şimdi daha iyi kavramıştım.
“Şimdi soruyorum sana Memur Bey oğlum,” diyerek aramızdaki sessizliği bozan o oldu. “Kızımın ölümünde kim suçlu? Sadece kocası mı?”
Hatice Işıktaş