
“Dört gözüm ulan, dört gözüm işte! Ne olacak?” dedi beli bükülmüş, saçları ağarmış ve dişleri dökülmüş Tahir Usta. Emekliye ayrılalı çok uzun seneler olmasına rağmen hâlâ kullanmakta ısrarcıydı bu unvanı. Atmayı bilmiyordu. Olmadı, istemiyor demeliydim. Balkonda, oturduğu yerden kalktı. Söylenerek içeri girdi. Mahalledeki çocuklar onu ne zaman balkonda yakalasalar durmadan bağırırlardı, “ Dört gözlü Tahir Usta!” diye. Bilirlerdi çünkü Tahir Usta’nın bu lafa ne kadar sinir olduğunu. Yaşlıları sinir etmek çocukların yegâne eğlence kaynağı olmuştur hep. Tahir Usta az düşünse çocukluğunu, yaptığı haylazlıklar gelirdi hemencecik aklına. Gerçi artık pencereden baktığı için çocukluğuna, söverdi kendine. “Aptal!” diye geçiriverirdi içinden. Hatta o günlerin bedelini ödediğini bile düşünürdü. Fakat gerçek öyle miydi, sahiden? Gerçeğin bir önemi var mıydı, peki?
Çocuksan çocuk gibi davranırsın, büyüksen de büyük gibi. Büyüksen eğer eski defterler çok önceden silinivermiş olur hafızandan. Sanırsın, dünyaya büyük olarak geldiğini. Hiç küçük olmamışsındır. O nedenle anlayış nedir bilmez oluverir çıkarsın. Kızmalar, bağırmalar, hakaret etmeler vardır lügatinde sadece. Üstelik ne kadar güçlü bağırırsan o kadar haklı olacağına inanırsın ve var gücünle bağırırsın haklı çıkmak için. Boşuna bir çaba olduğunu göremezsin bile. Anlayamazsın çocukların davranışlarını, anlam veremezsin. Hep kabahatli bulursun. Zira onlar suç işlemeye, hatalar yapmaya meyillidirler. Oysa basittir hayat. Bir döngü, bir tekrar gösterir durmadan. Bunun altında bir bahane aramaya lüzum yoktur. Fakat insanlar böyledir. Bir şey ister. Bir bahane, kabahatlerini yükleyebilmek için. Bir umut, avunabilmek için. Pek çok şey isterler de bulamazlar hiçbirini. Mazi dokunuşlarıyla dökülür inciler, saklandıkları çukurdan. Tahir Usta ise saklardı incilerini kendine. Ne pinti adamdı. Mazisine, anılarına, hatta kendisine bile cimrilik ediyordu. Oturdu, astarı yırtılmış, tahtaları eskimiş, ortası çöküvermiş kendisi gibi emektar koltuğuna. Hayır, bir türlü emekli olamıyordu, koltuk. Bıkmıştı. Usanmıştı. Bunalmıştı bu ihtiyar adamdan. Emekli olmak için can atıyordu. Depoya kaldırılmak, parçalanmak, çöpe atılmak dahi yakın geliyordu ona ihtiyarı taşımaktansa. Üstüne yüklenen yük, onu sadece fizikken yormamış ruhen de yıpratmıştı. Sinir oluyordu, huzuru kalmıyordu ihtiyarı gördüğü an. Sabredemiyordu da artık. Kaç defa “Yetti artık!” deyip koyuverdi kendisini ama her seferinde her şeyden şikayetçi olan, mızmızcı ihtiyar onsuz edemedi ve söylenmeler, küfürler eşliğinde onu tamir etti. Üstelik koltukta kırılan yer tamirin ardından eskisinden de sağlam olmuyor mu? İşte bu deli ediyordu koltuğu. Fakat iş inada binmişti bir kere. Sonunda kimin kazanacağını merakla bekliyoruz.
Tahir Usta gözünü yine karşı duvara dikti. Yine eski dostlarının, eşinin ve kendinin fotoğraflarına daldı. “Yine isyan edecek, sinirlenecek ve küfredip kapatacak geçmişini.” diye fısıldadı koltuk, tahammülsüz bir şekilde ama bu sefer bir farklılık vardı ihtiyarın üstünde. Durgundu, haylice. Koltuk yanıldı bu sefer. Tahir, Usta’yı alıp götürmüştü. Sıyrılmıştı benliğinden. O da neyin nesi öyle? İnanamıyorum! İhtiyar, cimri olduğunu unutmuş olmalı. Nasıl da döküyor incilerini, en cömert insanı kıskandıracak bir cömertlikle harcıyordu. Ne de güzel inciler bunlar, ne kadar da anlam yüklüler. “ Be ihtiyar bu zamana kadar ne bekledin!” diyesi geliveriyor. Maziyle savaşmayı bıraktı. Tüm benliğiyle teslimiyet gösterdi. Bir şeyler mırıldanmaya başladı. Af diliyor sanırım. Neler geçiyor şu an aklından acaba? Göz ucuyla balkona baktı. Geçmişin trenine binmiş gibi. Hak verdi çocuklara demeyin bana inanmam ama nasıl oldu da bugün farklı olduğunu anlayamadım. Sabah erken kalkmalar… erken kahvaltı etmeler… ve ardından iki saatlik bir kaçamak… Ya çocuklara verdiği cevaba ne demeli? Artık dört göz olduğunu kabul etmedi mi? İhtiyarladığını, Tahir Usta’dan önce Tahir olduğunu anlatmış olmadı mı? Ne kadar da körüm! Gözümün önünde olup bitiyor her şey ve ben göremiyorum. Eh, benim de kabul etme vaktim gelmiş ihtiyarladığımı. Aaa! Ben size kendimi takdim etmedim değil mi? Çok uzun zaman olmuş konuşmayalı bir yabancıyla. Ben Tahir Usta’nın fütursuzca oturduğu koltuğun yanında bulunan sehpanın üzerinde oturan yarısı su dolu olan sürahiyim. Size hikâye anlatmak için yanıp tutuşan bir sürahi… Beni unutmayın ve arada bir uğrayın laklak ederiz azıcık, olur mu?
Eyüp Saka
One thought