
Uzun zamandan beri ilk defa bu yöne doğru yolculuk yapıyordu. Bir anda heyecana kapıldı. O an mutlu olduğuna inanıyordu, mutluluğu içinde hissediyordu.
Onun hikâyesi çok eski bir hikâye değildi. Hatta sıradan bir hikâyeydi. Yıllarca okul okuduktan sonra eline bir belge tutuşturup onu hayatın içine postalamışlardı. O zamanlar şansı yanındaymış ki, çok geçmeden iş bulmuştu. Bu büyük ve kalabalık şehirde kısa süren bir yolculuğun ardından ulaşıyordu iş yerine. 4 saat kadarcık bir yolculuk. Önce metroya biniyor ardından metrobüse ve son olarak bindiği otobüsle iş yerine ulaşabiliyordu. Bu yolculuğun ilk günleri hevesli, sevinçli ve heyecan doluydu. Gençlik rüzgarının geçip gitmesinin ardından bu duygular da kayboldu. Artık işe gitmek ona sıradan geliyordu. Günleri, ayları ve yılları böyle evden işe, işten eve şeklinde sürüp gitmekteydi. Ara sıra iş arkadaşları ile dışarı çıkar, vakit öldürürdü. İlk zamanlar “Yaşın kaç?” diye sorduklarında yirmi beş derdi. Aradan geçen yıllardan sonra arkadaşlarının bu sayıya inanmadıklarına kanaat getirmiş ve sorduklarında otuz demeye başlamıştı. Bir zaman sonra ise otuz beş demeye başladı. Şimdi sorduklarında ise kırk diyordu. Gerçekte ise kaç yaşında olduğunu bilmiyordu. Bilip bilmemenin gerekliliğini hiç sorgulamamıştı çünkü. Tatsız gelmeye başlayan işe gidiş yolculuğu için çare aradı. Önce dizi-film izlemeye başladı bu yolculuklarda. Bir zaman sonra sıkıldı ve bıraktı. Onun bıraktığı boşluğu ise bu sefer müzik ile doldurmayı denedi ve yolculuklarında müzik dinlemeye başladı. Geçen zamanların ardından müzikten de sıkılmış ve ondan da vazgeçmişti. Müzikten anlayan bir adam değildi. Dizileri ve filmleri ise anlamıyor, kafası pek almıyordu.
İki yıl kadar önce ise iş yerinin başka bir yere taşındığı haberini alınca ani bir sevinç ve heyecan yaşadığını anımsadı birden. Halbuki bu yeni iş yeri onun hayatından fazladan iki saat daha çalmıştı. Çalmış mıydı? O öyle mi düşünüyordu? Aradan geçen yılların ardından düşünme yeteneğinin varlığı bile şüpheli hale gelmişti. Hayatı böyle sıradan ve basit geçiyorken kafasını kurcalayan bir soru ile karşılaşmıştı: “Nasıl mutlu olunur?”
Mutsuzluğun içinde kıvranarak geçen zamanlarda hep bunu düşünürdü. “ Nasıl mutlu olabilir insan?” diye kendisine soruyor ama bir cevap bulamıyordu. Arkadaşlarının şen şakrak, mutlu mesut olmasına şaşıyordu. Ne vardı bu hayatta onları bu kadar mutlu edebilen? İnsan nasıl mutlu olurdu bu yaşam zorunlulukları arasında? Bir türlü aklı almıyordu. Bereket versin geçen zamanların ardından bir arkadaşıyla konuşmayı başarmıştı ve arkadaşı işin sırrını vermişti. Ona, “Zeki kardeşim, ben senin derdini anlıyorum. Senin evlenme zamanın gelmiş, evlenmen lazım senin artık. Gerçi yaşın biraz geçkin ama olsun buluruz elbet sana göre birini.” demişti. Zeki şaşırmıştı ama mutlu olmuştu. Demek işin sırrı buymuş. Evlenmekmiş insanı hayata bağlayan, mutlu eden şey. “Mutlu olabileceğim demek artık!” diye mırıldanmış ve bu mırıldanması, arkadaşının onunla dalga geçmesine sebep olmuştu. Önce kocaman bir kahkaha atmış ve “Ne mutlu olması kardeşim, mutluluğu kim kaybetmiş de biz bulacağız!” demişti. O anda “Ama…” diyebilmişti. Sesi titremiş kekelemeye başladığından başka bir şey diyememişti.
Aradan iki hafta geçti ve Zeki şimdi bir elinde çiçek bir elinde çikolata kız istemeye gidiyordu. İş yerinin tam tersi yönüne… Yolculuklarının son anlarına geldikleri bu vakitte Zeki’nin başında bir ampul parladı. Anlamıştı, kavrayabilmişti sonunda hayatın gerçeğini. Mutluluk yoktu bu hayatta! Kendini mutlu olduğuna inandırmak vardı sadece. Hem de o kadar inandıracaktın ki kendini mutlu sanacaktın. Mutlu olmanın başka yolu yoktu. Bu anda acı gerçeği yutan Zeki’nin yüzü buruşmuştu. O, o hiçbir zaman mutlu olamayacak ve yalnız mutsuzluğun esiri olarak kalacaktı.
Eyüp Saka