Ey eski kamer, sen bizi elbette bilirsin!
Annemdi o nûrunda gezen zıll-ı mehâsin,
Bendim o çocuk, bendim o sîmâ-yı tahayyür
Bir gün ki hazân ufka kızıl dalgalı bir nûr,
Bir kanlı ziyâ haşrediyorken onu bir yed,
Bir bâd-ı haşîn aldı o rü’yâyı müebbed
On beş sene evvelki hakikat hep o gündür
Rûhumda bugün zulmet-i pür-girye onundur,
On beş senedir, ufka güneş kanlı düşerken
Tenhâ ovadan, boş dereden, akşanıın erken
Hüzniyle susan meşcerelerden gam-ı eylül
Bir gölge yaparken, onu bir savt-ı tegafül
Hasretle sorar kalbimi imlâ eden âha,
Yerlerde yatan sisli, donuk hüsn-i tebâha.
Âvâre felâket gülü, altın kırizantem,
Her tarh-ı hazân üstüne dökmüş yine mâtem,
Durgun sular üstünde perîşân ü mükedder
Faslın dağınık rûhu bulut, sis gibi titrer;
Yorgun, sarı yapraklar uçar bir kuru daldan,
Bir hasta güneş ufka döker sâye-i ma’den;
En sonra semâlarda da ey eski kamer, sen
Hüznünle yaparken acı bir levha-i şîven
Çöllerde kalan bir küçücük makber-i bî-kes
Yollar bu muhîtâta kesik, şehkalı bir ses!
(Resimli Kitap, Nisan 1909)
Piyâle, 1926