Hicrân-ı muhîtat ile solmuş, san, çıplak
Râkid, ölü bir havza düşen bir kuru yaprak
Sessizce nasıl izler açar sîne-i mâda,
Ey tûde-i nûr-ı elem, ey çehre-i sâde
Bir göl gibi durgun uyuyan rûhuma nûrun
Aktıkça, o sâkin suda her lem’a-i dûrun
Bir çîn-i felâket gibi ra’şeyle genişler…
Ey eski kamer, ey ezelî rûh-ı münevver,
Sen şimdi bu tüllerle muhîtâtı sararken
Nûrunda tesellî bütün âlâma koşarken,
Yalnız bu derin gölde senin açtığın izler
Bir gizli gamın şehka-yı seyyâlini gizler…
Bir göl ki semâsında ne âhenk, ne sâye
Vermez o büyük uzlete bir hadd ü nihâye.
Gençlik ve emel hüzn-i civârında dikendir
Üstünde esen nefhada bir girye nihendir…
Tülden ve buluttan ve bütün sîm ü semenden
Bir hâb-ı serâbî dökülürken yere senden
Sen her suda bir başka güzellikle doğarsın
Sen her suda bir başka ziyâ, başka kamersin:
Ormanların âgûş-ı sükûtundan akan âb
Senden alır âhengine bir girye-i bî-tâb;
Göller ki öper hüsnünü yalnız leb-i sâye
Feyzinle dalar hâb-ı şeb-âvîz-i semâye;
Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller
Altında senin hüsn-i esâtîr ile titrer…
Rûhumda, fakat, her dökülen katre-i nurun,
Yalnız bir ölüm, bir ebedi mâtem-i dûrun
Nîlüfer-i giryânını, ey mâh-ı münevver,
Ezhâr-ı leyâlî gibi rü’yâ ile besler…
(Resimli Kitap, Mart 1909)
Piyâle, 1926