Mahmûr, muzî, mâî, derin bir şeb-i nîsân
Olmuştu nücûmiyle miyâh-ı dile rîzân.
Dallardan uçan ıtr-ı bahâr-ı mütefekkir
Dökmüştü o solgun şebe hulyâ, emel ü şi’r.
Sesler gülüşür sâyede, sevdâ ile bî-hûş,
Bâd anları eylerdi nevâzişle der-âgûş.
Bir cism-i perestîdeyi kalb üstüne sarmak
Hırsıyla başım sıtmalı, gözler kuru, parlak,
Eller asabî, hıçkırarak sâhile indim,
Karşımda deniz… göklerin altında gezindim.
Ey sen ki uzaktan mütebessim, heves-âmûz
Olmuş şeb-i ömrümde nigâhın bana merkûz,
Leyl işte, sükût işte… yed-i sâhir-i nîsân,
Dökmüş suya ezhâr-ı ziyâ, dillere nîrân;
Olmuş denizin rûhu semâlarla hem-âguş
Bin bûseyi tanzîr ile encüm suya dolmuş;
Eşcâr ü havâ gölgede sessiz sarışır, gel!
Gel, yalnızım ey beklenilen hüsn-i muhayyel!
Ey çeşm-i siyâh, ey dağınık zülf-i şeb-engîz,
Ey leb ki eder âteşi her cinneti tecvîz,
Ey sîne ki âlâmımı tenvîm edeceksin,
Ey rûh-ı heves, rûh-ı ziyâ, rûh-ı mehâsin,
Gelsen ve bu hicrânı, bu âlâmı bitirsen,
Sen anlayacaksın beni ey rûh-ı ziyâ, sen!
Kendimle bütün bunlan tekrâr ediyordum.
Doğmuştu kamer, şimdi, uzaklardaki mağmûm
Dağlardan; açık ra’şeler elvâha dağılmış,
Sarmış dil-i eşyâyı heves, bûsiş ü hâhiş.
Hep çift idi karşımda: kamer, encüm ü eşcâr,
Bendim yalınız ordaki bî-hem-ser ü bî-dâr;
Durgun suya baktım ve dedim: Âh ölebilsem
Mâdâm ki yok ağlayacak mevtime kimsem.
(Resimli Kitap, Ocak 1909)
Göl Saatleri, 1921