Ortaokul sıralarındayken kitapların kişinin gelişimine etki edeceğini düşünmüyordum. Aksine geliştirmeyeceğine, o yüzden de okumanın pek de bir önemi olmadığına emindim. Bundan dolayı olacak ki yalnızca okuma saatlerinde kitap okur ve kalan zamanda ise kaytarırdım. O kitap çantamda bir hafta durur ve bir sonraki okuma saatinde yerini bir başka kitaba devrederdi. Liseye geçtiğimde bu düşüncem değişmedi. Edebiyat dersinde kitap okumamız zorunlu olduğu için bende okumakla yükümlü kitapları okudum, yalnızca o kadar. Yaşım ilerlediğinde kurduğum düşlerin neden bir kitaba dönüşmeyeceğini düşündüm. Fakat o zamanlar yazarlığa bir meslek gözüyle değil de bir hobi gözüyle baktığımı şimdi inkâr etmeyeceğim.
Yaşım ilerledi artık ve kitaba, yazara olan bakışımda çoktan değişti. Şimdiki düşüncem ise kitap okumanın yazar için bir mecburiyet olduğudur. Hatta her insan için olmalı bu. Çünkü kitapların insanı ne kadar geliştirdiği su götürmez bir gerçek ama artık öğrendim ki kitaplar ancak değişmek isteyen insanları değiştirebiliyorlar Bu konu başka bir yazının konusu olabilir. Bu yazıyı kitaplara ayırdım ben.
Burada şimdi kitaplara övgüler düzmemi bekliyor olabilirsiniz ama bunu yapmayacağım. Çünkü kitaplar hakkında kim konuşmuş veya yazmış, konuşuyor veya yazıyor, konuşacak veya yazacak ise zaten bundan çokça bahseder.
Benim zaman içinde kitaplarla aram o kadar sıkı fıkı oldu ki her kitap alışverişinde fazlaca kitap alır oldum. Sanırım gözüm doymuyordu. Sorun vardı ortada ki bu daha aldığım kitapları okumamışken kendime yeni bir alınacak kitap listesi yapıyor olmamdı. Montaigne kitaplar için “Ruhum onların benim olmasıyla doyar, yetinir” demiş ama benim ruhum doymuyordu. Kaldı ki ben öyle düzenli kitap okuyan birisi de değilim. Üç dört ay her solukta kitap okur bu okumanın ardından bir o kadar ay veya daha fazla bir zaman kitaplara el sürmem. Sürdüğüm bir kitap var ise o kitap aylarca sürünür elimde. Bir de buna işlerim dolayısıyla okuma zamanımı kısıtlamam veya okumamamı ekleyince bir de baktım ki ardımda yığınla okunmamış kitaplar öylece beni bekliyor. Üstelik gördüm ki çoğuna karşı alırken olan hevesim yitip gitmiş, o heyecanım yok. Bunu fark ettiğim gün tamam dedim madem aldığım kitaplar ne ruhumu ne gözümü doyuruyor artık almayacağım. Aldığım kitapları bitireceğim önce bir kitabı okumayı çok istersem onu gidip en yakın kütüphanede arayacağım.
Bu durumla canımın çok sıkıldığı bir an kitaplığımdan bir ses duydum. Onlara bakıp durur oldum öylece. Bakıp düşündüm çok. Onlar “Bizi oku!” dediler sanki bana. Üzüntü ve durgun bir sesle “Ama ben sizi okudum!” dedim. –aralarında okumadıklarım oysa da– Sanki yine dile gelir oldular ve bana “O zaman bizi okumamış birine ver!” dediler. Üzgündüm ama onları haklı buldum o an. Gün geçtikçe daha fazla düşünür oldum bu düşünceyi ve düşündükçe daha çok haklarını teslim ettim. Çünkü kitaplar okunmak içindi, bir kitap yalnızca bir kişinin okuması için değildi. Kitapların bu serzenişi doğruydu çünkü biz insanoğlunun bir kusuruydu kitapları biriktirmek, saklamak ve onları bir kişinin okumasıyla sınırlandırmak. Oysa ne kadar güzel bir şeydi senin okuduğun, sayfalarını çevirdiğin, kenarlarına notlar düştüğün, bir yerinde durup düşündüğün ve düşler kurduğun, sana değdiği için altını çizdiğin bir kitabı bir başkasının okuyor olduğunu bilmek. İşte kendime ait bir kitaplık düşüncesinden buralara geldim ben. Şu an bir dostum yok kitaplarımı verecek ama gelecekteki bir gün bu kitapları okuması için birilerine vermeyi, onların da okuması için bir başkasına vermesini, çok istiyorum. Çünkü kitaplar okundukça var oluyorlar.
Sabahattin Orhan