İlk kaçışınızda istikamet neresiydi? Bir dolabın içi, bir masanın altı, sokak arası, bambaşka bir şehir ya da ülke… Kaçışlar, uç noktalar olarak sınıflandırılamaz. Bir dolabın içi ya da başka bir kıtanın şehri… Sadece bunu kaç defa yaptığınızdır asıl mevzu. İlk kaçışta karmakarışık bir duygu yumağı, karnınızın tam ortasında huysuzlanıp durur. Heyecan mı, korku mu, telaş ya da aykırılığın vermiş olduğu o tuhaf sevinç mi tanımlayamazsınız. Tanımlayamadığınız her duygu, olduğunuz yerden daha da uzaklaştırır, kuvvetlendirir nefesinizi. Gerisingeri dönmek aklınızın ucundan bile geçmez. Hatta seversiniz bu yolculuğu, yollarda konaklamaya alışır, varlığınıza meydan okuyan tüm kavimlerle savaşmayı öğrenirsiniz. Damarlarınızda göçebe atalarınızın kanının aktığını ilk hissedişinizdir bu. Devamı çok bekletmeden gelir kaçışlarınızın. Çünkü ne zaman yerleşik hayata geri dönseniz bir sonraki yolculuğunuz fısıldanır kulağınıza. Bilen kaçamaz, sebeplerini sırala desen sıralayamaz. Emin olursa eğer, adımını dahi atamaz. Burada aynalar henüz icat edilmemiştir, güneş aydınlatamaz yeterince ortalığı. Sadece kendisinin duyduğu, içinde sürekli yankılanan o boğuk sesi bastıramadığından yapar bunu. Kendi yüzünün eksik parçalarını görür yalnızca. Bilmem kaçıncı kaçıştan sonra fark edilir, sürekli kıpırdanan, oradan oraya koşup duran o küçük çocuk. Asimile olmamak için sürekli huysuzlanan ve yerinde duramayan… Ezberlerin hükümdarlığında, benliklerin katledildiği topraklarda yetişmek istemeyen bu çocuğu alıp götürmeniz gerekir buradan. Açlığını ya da susuzluğunu düşünmeden, rızkının verileceğine güvenerek… Çünkü çok düşünen de bilen de kaçamaz, mesela sebeplerini sırala desen sıralayamaz. Emin olursa eğer, adımını dahi atamaz. Burada aynalar henüz icat edilmemiştir, güneş aydınlatamaz yeterince ortalığı. Sadece kendisinin duyduğu, içinde sürekli yankılanan o boğuk sesi bastıramadığından yapar bunu. Kendi yüzünün eksik parçalarını görür yalnızca.
Durmak ya da öylece. Hiçbir yere kıpırdamamak… Çoluk çocuk sesine aldırış etmemek, kalan son parçanı da koparıp atmak, yeni vücuduna alışmaya çalışmak… Kalabalıkların benzerinden, öyle alelade bir deriyi geçirmek üzerine, kendi sesine ömrün boyunca aşina olamamak… Kaybolup gitsen şu kalabalığın arasında iyi olmaz mı aslında? Kimsin, necisin, nasıl beslenir, nasıl yaşarsın, kimlerle savaşır, kimleri dost bilirsin? Gömsen bunların hepsini toprağın en derinliklerine. Yazılmış tüm yazıtları yıksan, taptığın her neyse ortadan kaldırsan, tüm kalıntıları yaksan… Eğer bunları yaparsan daha kolay bir hayat bekliyor seni. Sadece sürüp gitmesi için yaşanan, daha barışçıl bir hayat… Ama kulaklarını parçalayan, sessizlikte adını fısıldayan o nedeni seçersen, başlatırsın kaçışlarını. Asimile olmamak için attığın her adım meşrulaşır içinde bir yerlerde. Önce pılını pırtını toplar, gidersin başka topraklara. Sonra toplamaktan da yorulup izini bıraka bıraka, kendinden ne varsa ortalığa saça saça sürersin atını. Kaçıncı kaçıştan sonra insan bu denli bırakır kendini, bilinmez. Nereye gittiği gerçekten ne zaman bu kadar önemsizleşir, kaçıncı kaçıştan sonrası meşrulaşır? Eğer duramıyorsan, kendini kaybettiğin yerde ya da oralarda bulamıyorsan kendinden bir şeyler, işte o zaman başlar kaçışların. Ölümdür, yerleşik hayat. İşte o zaman bulursun huzurlu ve hareketsiz kalacağın o toprağı.
İrem Özdemir