Kavşaktaki lahmacuncuda komilik ettiğim o sene, işe giderken her sabah Kazım abiyle karşılaşıyordum. İçten gülümsemesini sevdiğim, yılların berberi babacan bir adamdı. Buna rağmen bir kere bile dükkanına adımımı atmamıştım. Az daha kaçsaydım, selamı sabahı elden gidecekti. Bir izin günü ayaklarımı sürüye sürüye sonunda geçip koltuğuna oturmuştum.
Makasın çelik bacakları her şıkırdadığında beni suçlu hissettiren karman çorman saçlarım, gönülsüzce boynuma tıkıştırılmış örtüden aşağı yuvarlanıyordu. Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşıma bakarcasına merakla kendimi inceledim aynada bir süre. Pek değişiklik göremedim, yine o bön bakışlardı işte. Alnım biraz daha mı açılmıştı ne? Yaşlıca bir adam arkamdaki bekleme koltuğunda, milyon kez okunmuş yerel derginin fotoğraflarına hızlıca göz atıp sayfalarını çeviriyordu. Çaycı çocuk palas pandıras içeri daldı. ‘’Buyur amca,’’ diyerek sehpadaki derginin yanına çay bardağını bırakıp gitti. Zeki Müren, kirli baş, sigara ve tıraş kolonyası kokan dükkânın radyosunda, gayretle Elbet Bir Gün Buluşacağız’ı söylüyordu.
Boynumu her anlamda eğmiş, suçumu bilir vaziyette rolüme girmeye çalışıyordum. Çevremde fır dolanan Kazım abinin karanfil kokan nefesi, yüzümde şeffaf tırtıllar gibi geziniyordu. Kardak Kayalıkları’na asker göndererek yanlış yaptığımızı anlatıyordu. O sarp ve değersiz arazide işimiz neydi? Ama madem gitmiştik, devletin menfaati neyi gerektiriyorsa onu yapmadan dönmek hata olurdu. Öyle değil miydi? Askerliğini Hatay’da yapmış onun gibi bir eski komandonun sözünün hükmü elbette vardı. Minik, şefkatli dürtmelerle kafamı sağa, sola, aşağıya, yukarıya oynatırken sinirimi bozuyordu. Meraklı bir arının metal vızıltısıyla etrafımda dönüp duruyor, o biçimsiz küçük adada kalacak askeri birlik için, barınak, teçhizat ve mühimmatı hesaplamaya çalışıyordu. Haklılığını belirtmek için komutanına mutlak itaatteki bir asker edasıyla ara ara kafa sallıyordum. Bir yandan da kesim ücretini düşünüyor, bütçe hesapları yapıyor, dükkânda sayı yazılı bir tabela arıyordum.
Kafam keçi işkembesi gibi şişmişti. Arkamdaki duvarda iri burnu, köşeli ve öne çıkık çenesiyle Kazım abiye benzeyen yaşlı bir adamın siyah beyaz fotoğrafı vardı. Bu adamcağızı Kardak Adası’ndan vatana dönüş bileti olarak kullanmak istedim.
‘’O kim abi?’’ diye sordum kurnazca.
‘’Babam Abdullah Efendi. Nur içinde yatsın hem ustam hem atamdı,’’ dedi Kazım abi, derin bir nefesin sonunda.
‘’Allah rahmet eylesin, sana pek benziyor,’’ dedim. Kazım abi çekmecenin birinden çıkardığı başka bir makasla ince işçiliğe girişti. Ülke menfaatleri babasının hatırasına ağır basmış olacak ki hararetle Kardak’ın iklim özelliklerine geçiş yaptı.
Önünde kusurlu, savunmasız ve kılları azaltılması gereken bir cisimden başkasını görmediği belliydi. Pelerin giymiş, kendini hünerli parmaklara bırakmış papyonlu halimin ayrıca hoşuna gittiğini hissediyordum. Suyu yiyince alnıma yapışan, kuruyunca kabarıp dağılan ve komikleşen saçlarım karşısındaki üstünlüğünü biliyor ve bunun keyfini sürüyordu. Eline nihayet geçirdiği savunmasız, armut kafamın tadını çıkarırken birden çıkıştı:
‘’Kusura bakma da kardeşim, benden önce saçını kim kestiyse işini pek becerememiş, ensende bazı yerler uzun kalmış, makas şakaklarına derin gitmiş. Saç uçların hep kırık, bakımsız. Epeydir buralardasın be Rafet, kim bilir hangi kör berbere kırkılırsın ama bizden kaçarsın. Vallahi sen gelmeseydin bir gün yakalayıp zorla oturtacaktım seni şu koltuğa,’’
‘’Hiç sorma Kazım abi, yıllardır gidip geldiğim bir berber var. Babamın çocukluk arkadaşıdır, sıkışık zamanında borç neyin bile vermiş rahmetliye. Epey yaşlandı ama çalışır hâlâ. Öyle gönül borcudur diye, yalap çalap kırkılır dururuz işte yıllardır,’’ diyerek palavrayı sıkıverdim. Kesimim Kazım abinin beğenisini kazansaydı, son berberimin kendim olduğunu söylerdim belki.
‘’Rafet kardeşim, kızma ama senin berber ya görmüyor ya da bakmadan kesiyor,‘’ derken sırıttı, çay lekeli iri dişleri göründü. Berberimin beceriksizliğine ben de gülerken saçma bir tür ihanet zevki tattım.
Sonunda hem Kardak’ın hem de saçlarımın bütün zorlu meselelerini bir çözüme bağladık. Saçlarım yıkanıp kurulandıktan sonra ayaklandım ve dediği parayı uzattım.
‘’Hayırlı işler Kazım abi, eline sağlık,’’
‘’Sıhhatler olsun Rafet kardeş,’’ diyerek beni uğurladı. Abdullah Efendi istifini bozmadan karşısındaki aynaya pürdikkat bakmaya devam ederken dükkândan ayrıldım.
Sokakta tatlı bir şubat sonu esintisi saç köklerimi ferahlatınca keyiflendim. Akşam olmak üzereydi. Resmen şampuan kokuyordum. Bir deniz uçağı tepemizden gürültü ile geçip batıya yollandı. Mobilyacının çatısındaki emekli bir martı, bu gürültücü yaramaza avaz avaz bağırdı.
İyice acıkmıştım. Ceplerimi kolaçan ederek berbere bir yılı aşkındır ilk defa harcadığım paradan geriye kalan bozuklukları denkleştirdim. Haftalığımı alana kadar geçireceğim üç günde peynir-ekmeği ana öğün yapmak için Kısmet Fırını’na girdim.
Fatih Selvi