Düşündüm düşündüm, sanki hiç dolu değilmiş gibi aklım. Düşündüm durdum, elimden başka bir şey gelmiyordu zaten. Aslında yalan değil, uzun zamandır canım yazmak da istemiyordu. Sanki söylenecek her şeyi söylemiş, bende var olan tüm kelimeleri tüketmiştim. İştahsızca da olsa…
Susuyordum, tükenmişti harfler. Susuyordum bir o kadar; çağlar gibi konuşmaya. Kana kana susuyordum. Dolmuyordu boşluklar, satırlar…
Girdiğim karanlığın ucunda her ne kadar ışık da olsa yeni umutlara gebe günlere hiç uyanasım yoktu. Kaybedecek bir şeyimin olmaması benim özgürlüğümdü ve ben en ufak huzurda veya mutlulukta bu özgürlüğümü satıyordum birkaç tebessüme. Birkaç umuda satıyordum beklentisizliğimin huzurunu… Bir türlü alışamamıştım hayatın inişli çıkışlı aslında çokça ben gibi hallerine. Korkutuyordu beni bu belirsizlikler. Ya siyah olmalıydı her şey ya da beyaz. Grilere katlanacak anlayış hiç olmamıştı bende.
Keskin virajlarım vardı insanı kazaya sürükleyen, aşılmaz dağlarım vardı yolları örten ve yıkılmaz duvarlarım vardı en inatçı ferhatları bile yıldıran.
Korkmuş bir kedi yavrusu gibi gizlendiğim güvenli köşemden çıkmak istiyordum, yalan değil. Bana bu güveni verebilecek herhangi bir kişi veya olaya sonsuza dek minnettar kalabilirmişim gibi hissediyordum. Bir o kadar da dirençliydim beni kandırmaya çalışan tatlı çağrılara. Ama biliyordum ki bu direncimi kırabilecek herhangi bir şeye teslim olabilirdim itaatkarca.
Elbette bu benim kafamda yazdığım şeylerdi. Kendimi her ne kadar denizde sırt üstü yatarmışcasına huzurlu da hayal etsem ben buna kendimi bırakamayacak kadar garanticiydim.
Her zaman ilk yumruğu yememek adına hazırda bekledim ve hep ben başlattım kavgaları. Bu yüzden hep yanlış anlaşıldı korkumun ardındaki ben. Kalbimi kıracak gibi hissettiğim an saldırdığım gönüller kırıldı ve kapandı bana ve “önce ben vurdum” diyemedim beklediğim gibi gururluca. Aksine pişmanlıklar ilmek ilmek örüldü hayatıma bir daha çözülmemek üzere.
Kimse anlamadı ne denli yaralı olduğumu. Neden bu kadar “tuhaf” olduğumu ya da acılarımı. Zaten suçlayamam onları aklımı okuyamadıkları için. Benim yaşadığım hayatı en baştan yaşayamadıkları için… Kendimle olan kavgaları ayırmadıkları veya benim en büyük düşmanım “ben” kişisine karşı bir çözüm bulamadıkları için… Her koyun kendi bacağından asılırdı oysa.
Berrak bir sabaha uyandığım gün yaşım seksen olursa eğer, böyle geç kalmışlığıma edeceğim küfürleri şimdiden anlayışla kabul edeceğim sevgili ihtiyar ben. Çok uğraştım biliyorsun ama olmadı işte. Bitmedi benim bu davam. Belki de sen de bana katılıyorsundur hâlâ o gün bile. Eğer öyleyse bileceğim ki hayatla kavga etmeye gelmişim ben dünyaya, onu yaşamaya değil.
Karmakarışık aklım, işte bunlardan ibaret. Kendimle monologlarım bir gün diyaloglara dönüşebilirse şayet ben onu, o beni çözecektir kördüğümlere aldırmadan. Bir kurtarıcı beklemiyorum işin aslı. Beni benden başkası çekemez bu kör kuyulardan. Benim elimden ben tutarım ancak ve o gün kendimi bulmuş olacağım. Kayboldum bu darmadağın yaşam telaşlarının içerisinde. Herkes yanımdan akıp giden bir nehir gibi ilerliyorken, ben o nehrin akıntılarına dayanmaya çalışan bir kaya parçası gibi tutunuyorum. Oysa akıntıya kapılıp gitmenin mutluluğu içerisinde gibi diğerleri. Yaşamaya yürekleri, cesaretleri ve umutları var. Ben çok mu erken yoruldum bilmem ama yine de mutlu ve güzel insanları izlemek bu telaşın içerisinde boğulmaktan daha zevkli geliyor bana.
Alıştım ya. Alıştım ama nedense her kötü beklentilerim karşılandığnda kırılmaktan, üzülmekten ve şok olmaktan alamıyorum kendimi. Demek çok da alışmamışım.
Bir kitapta okumuştum. Zeus Pandora’ya bir kutu vermiş ve “asla onu açma” demiş. Pandora merakına yenik düşerek kutuyu açtığında ise içinden veba salgınları, acılar çıkmış. Kutudan umut kaçmadan tekrar kapatmayı başarmış. İnsanoğlunun diğer tüm şeylerle savaşmasını sağlayabilen tek şey umutmuş.
Umudumu kaybettiğim zaman atı ve silahı olmadan savaş meydanlarında savunmasız kalmış bir süvariden farkım olmayacak. Umudu korumak adına verdiğim savaştan ise oldukça yoruldum.
Şafak Yasemin Gülümser