Mert her sabah olduğu gibi o sabah da aynı umursamazlıkla gözlerini açtı. Yatağının karşısında duran tabloya yarım saate yakın bakmasının ardından renkler üzerine düşünmeye başladı. Pencere camından içeriye yansıyan güneş tablo üzerindeki bazı renklerin daha belirgin olmasına, bazı renklerin daha soluk kalmasına neden oluyordu. Mert en çok kırmızıyı severdi. Tablodaki renk karışımı içerisinde kırmızı renginin gözüne bir başka güzel gözükmesinin sebebi buydu. Kırmızı aşkın rengiydi… Kırmızı ateşin rengiydi… Kırmızı kanın rengiydi…
Mert’in odasındaki tablo “Yaralı Gladyatörün Ölümü” adındaydı. Bu ismi ona Mert koymuştu. Ressamın bile bu isimden haberi yoktu. Mert bu tabloyu kendisiyle özdeşleştirdiği için böyle bir isim koyma ihtiyacı duymuştu. Hayat denilen bu kaosun ortasında kendisini o resimdeki yaralı ve son kılıç darbesini bekleyen gladyatör gibi hissediyordu. Her gün olduğu gibi yine umutsuzca kalktı yatağından… Yüzünü yıkamak için lavaboya gitti. Yüzüne sertçe vurduğu üç su darbesinin ardından sonunda ayılmıştı. Aynadaki yüzüne uzun uzun bakmaya başladı. Sakalları çok uzamıştı ve acilen bir sakal tıraşı olması gerekiyordu. Hızlıca tıraş olup çıkmalıydı yoksa işe geç kalacaktı. Tıraş olurken yüzünü daha detaylı bir şekilde inceleme fırsatı bulmuştu. Kulakları bu kadar büyük, dudakları bu kadar ince miydi? Gülünce yanaklarında gamze oluyordu. Oysaki bugüne kadar hiç fark etmemişti. Ya hayat onu yeterince güldürmemiş, ya da gülerken kendisini hiç izlememişti… Bu güzel tıraş olma seremonisi sırasında ilk kez bu kadar uzun konuşmuştu, aynadaki yüzüyle… Aynaysa susmuştu… Çünkü susmak tabiatında vardı.
Mert aynayla olan bu karşılıksız sohbetini bitirmesinin ardından onunla vedalaşıp hızlıca giyinmeye başladı. Ama kendisine bir söz verdi. Yarın sabah daha erken kalkacak ve aynayla daha uzun sohbet edecekti. Mert için sıradan bir şekilde başlayan gün rutin devam etti. Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler birleşerek bir günü tamamladı. Mert akşam eve gittiğinde yeniden uzun uzun baktı aynaya… Sanki aynadaki o silüet kendi yüzü değil başkasının yüzüydü… Kendisine o kadar yabancılaşmıştı ki kendisini tanıyamıyordu. Oysaki 26 yaşındaydı. Aynadaki silüetine kim bilir defalarca kez bakmıştı, kim bilir kaç su birikintisinde yüzünü görmüştü. Ama hiç bu kadar yakışıklı birisi olduğunu fark etmemişti işte. Kendisine o gözle bakmamıştı. Aslında kendisine yoldan geçen ve tanımadığı adam kadar uzaktı. Hiçbir aynaya bakarak bu kadar güzel susmamıştı ki… Bugün aynaya bakarak susmasını öğrendi. Bugün günlerden pazartesiydi ve onun için önemli bir dönüm noktasıydı. Mert ertesi gün yine uzun uzun baktı aynadaki yüzüne… Sonraki gün yine baktı… Bir sonraki gün yine baktı. Zaman geçtikçe kendisine olan bakış açısı değişiyordu. Aynaya baktığında gördüğü yüz aynıydı. Kendisine karşı olan bakış açısı ve özgüveni arttı. Giyimine daha çok özenmeye başladı. Yüzünde pek çok sivilce vardı. O sivilceler yok oldu. Bambaşka bir adama dönüşmedi ruhen aynıydı ama daha çok kendisinin farkında olmaya başladı.
Birkaç ay geçti. Mert artık nerede ayna görse, nerede yüzünün yansımasını görebileceği bir şeye rastlasa hemen durup hayran hayran kendisine bakıyordu. Bu birkaç aylık süreç içerisinde sanki kendisini sevmeyi öğrenmişti. Kendini sevmeyi öğrendiği için arkadaşlarını ve çevresindeki insanları da sevmeyi öğrenmişti. Artık bir kız arkadaşı vardı. Gününün önemli bir kısmını onunla geçiriyordu. Aylar önce odasının duvarında duran ve amaçsızca hayran hayran izlediği o tablo artık hiç umurunda değildi. Oysaki duvarda her zamanki yerinde yine duruyordu. Ama Mert’in ne o tabloyu fark ederek ona uzun uzun bakacak vakti vardı, ne de aklına geliyordu. Tablonun üzeri bir parmak toz olmuştu. Artık sadece kendi yüzüne bakıyordu. Evdeki zamanının önemli bir kısmını orada geçiriyordu. Her geçen gün kendisine karşı duyduğu aşk artıyordu. Pürüzsüz cildi, kırışıksız yüzü onu o kadar çok etkiliyordu ki… Bir gün uyandığında kendisinden başka kimseyi beğenmemeye başladı. Çok yakın olduğu arkadaşlarını tekrar birer birer kaybetmeye başladı, sevdiği kızdan ayrıldı. Benim hayatımda kimseye ihtiyacım yok diye düşünüyordu. Zaten böyle bir ihtiyacı da yoktu… Çünkü ona aynalarla birlikte susmak yetiyordu… Böyle düşünüyordu.
Yine bir sabah âşık olduğu yüzüne bakmak için uyandıktan sonra hemen aynaya koştu. Ancak hiç beklemediği bir tokadı yüzünde hissedecekti. Gözünün kenarında bir kırışıklık çizgisi fark etti. Bütün mükemmel yüz hatlarını bozan bu çizgi nereden çıkmıştı? Bu kırışıklık onun canını çok sıkmıştı. Sonra düşününce anladı. Bugün 27 yaşına girmişti. Aylardır aynayla birlikte yüzüne âşık olarak sustuğu için hiç farkına varmamıştı. Gerçek anlamda sadece kendisini sevdiği için çevresinde “İyi ki doğdun” diyecek kimse de kalmamıştı. Aynanın gösterdiği yüzündeki kırışıklığa uzun uzun baktı… İçinde tarifi imkânsız bir öfke oluşmuştu. Aniden aylardır âşık olduğu aynadaki yüzüne bir yumruk attı. Aylardır susan ve duvarda bekleyen ayna ilk kez o zaman suskunluğunu bozdu. Büyük bir gürültüyle yere düştü ve paramparça oldu. Mert yatağına gitti ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Derken yatağının karşısında duran ve aylardır dikkatini çekmeyen tablo dikkatini çekti. Renkleri artık gözüne eskisi kadar güzel gözükmüyordu. Çünkü üzerinde bir kalıp toz vardı. Ne kırmızının kırmızı olduğu, ne de yeşilin yeşil olduğu belliydi. Mert gözlerinden akan yaşı sildi ve tablonun üzerindeki tozlara parmağıyla şu cümleyi yazdı. “İyi ki doğdum.”
Orçun Gül