İşlek bir caddede pek de fark edilmeyen o küçük hanın tam karşısında duruyorlardı. İkisi de daha önce girmemişti, alıcısını hiç de beklemeyen iplik dükkanlarına. Bu işlek dünyada birbirlerinin içini görüp, içeri girememek gibi… Olduğu yere biraz da yamuk mıhlanmış, memnuniyetsiz durak ağzına kadar doluydu. Bir tarafa pek de uğranmazken, diğer taraf hıncahınçtı.
Zıtlıkların ortasında zırhlı iki insan… Gözlerini kapatsalar yok olmuyordu o his. İçlerini ana sütüyle besleyen o his… Erkenden bırakılamazdı, şarttı, belki helal olan belki haram edilen… Serpildiğin, büyüdüğün, bugünlere geldiğin… Kulaklarını kapatsalar çıkmayan sesi bastıramıyorlardı. İnsan çıkmayan sesi bastıramazdı en çok çünkü. Biber gazının kokusu genizlerini yakmıyordu artık. Ortalıkta hala parlayan kırık cam parçaları, yerini yadırgamadan sessiz sessiz sokağın akışsızlığını izliyordu. Nereye gideceğini bilemeyen birinin yanında, önünde sonunda varacağı yerden emin olan suratsız bir adam yürüyordu.
Yaklaşmak büyük meseleyken, sarılmanın güçlü sarsıntısı zırhlarını söküp aldı, fırlattı bulutsuz havaya. Durgun han, memnuniyetsiz durak, içi diğerinin içini bilmeyen iki insan… Herkes sarsıntıdan kendini koruyabilecek güce, masa altına, cesarete sahip gibi görünüyordu. Bir bombadan daha az korkutucu olduğu kesindi bu sarsıntının. Birbirlerine çok da uğrak olmayan iki beden, insanların çok da uğramadığı o basık han ve insanlardan daha memnuniyetsiz durak… İnsanlar mı mekanlara uyumluydu mekanlar mı insanlara? O kadar gün, o kadar gece birbirlerinin içini bilmek istemiş ama tam anlamıyla bilmekten hep kaçmışlardı. Rüzgardan kaçarken, şimdi ne diye rüzgara yüzlerini okşatıyorlardı? Hep toplardı insan ama önce dağıtmaktı asıl mesele. Ne kadar özene bezene toplanıyorsa o kadar da özene bezene, sindire sindire dağıtmak lazımdı. Kaskatı kalmamalıydı hiçbir şey. Öyle derli toplu olmanın çok da bir faydası yoktu. Hem ne kadar direnirse dirensin mahkumdu buz gibi hava, zamanı geldiğinde ısınmaya. Bu zamanda devrim denirdi buna. Bol olasılıksız bu dünyada birinin devrimi ötekininkine yakışmıştı. Bu hayatta kaç kere gün doğurabilirdin ki, kaç kere sancıyı hiçe sayıp yumuşacık bir tene dokunabilirdin…
Nam salmış, dillere pelesenk olmuş, dağlar kadar yüce ve destansı olmayan olaylar zinciri hafızalarının bir köşesinde şıngır mıngırdı. Biri geçmişinin işlek caddelerinin arasında, geleceğine çok çok uzakta panjursuz bir evi anımsadı. Diğeri bahçesindeki çıplak ağaçları kendine anlata anlata bitiremedi. İnsanlar ağızlarını şapırdata şapırdata sulu meyvelerini yerken, yemişsiz bahçelerinde hiçlerin kutlamalarını yaptılar. Güneşlenmeye gelen hiçbir kediyi okşamadan göndermediler ama.
Kendi halinde, destansılıktan uzak, sadece iki kişiye bahşedilmiş hikayeler vardır. Bazen tek bir kişiye… Aslında hepimizin hikayeleri. Ortak bir şeyler çıkarmak istiyorsak, tüm insanlığın kültür köşesine asmak için bir şeyler arıyorsak zorlaştırmasak mı işi? Çünkü asıl kendi halinde hikayelerin kalbi hızlı atar. Sanki koşmuş da az uğrayıp bir soluklanmaya gelmiş gibi. Buyur etmek de tinimizin borcudur.
İrem Özdemir