Şiir, yani söz söyleme sanatı, geçmiş yüzyıllar içinde birçok değişikliklere uğramış; en sonunda da, bugünkü noktaya gelmiş. Bu noktadaki şiirin doğru dürüst konuşmadan oldukça ayrı olduğunu kabul etmek gerek. Yani şiir bugünkü hâliyle, doğal ve alelâde konuşmaya nazaran bir ayrılık göstermekte, bir ölçüde garip karşılanmaktadır. Fakat işin hoş tarafı, bu şiirin birçok hamleler neticesinde kendini kabul ettirmiş, bir gelenek kurarak da, sözü geçen garipliği ortadan kaldırmış olması. Yeni doğup bugünün aydını tarafından terbiye edilen çocuk kendini doğrudan doğruya bu noktada kavrıyor. Şiiri, kendine öğretilen şartlar içinde aradığından, bir doğallaşma arzusunun ürünü olan eserleri şaşkınlıkla karşılıyor. Garip anlayışı, öğrendiklerini doğal kabul edişinden gelmekte. Ona buradaki göreceliği göstermeli ki, öğrendiklerinden şüphe edebilsin.
*
Gelenek, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde korumuş. Nazmın belli başlı öğeleri vezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay hatırlanmasını sağlamak için, yani yalnızca hafızaya yardımcı olmak maksadıyla kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik buldular. Onu, varlık nedeni aşağı yukarı aynı olan vezinle birlikte kullanmayı bir maharet saydılar. Şiirin de kökeninde, diğer sanatlarda olduğu gibi, böyle bir oyun arzusu vardır. Bu arzu ilkel insan için göz önüne alınabilecek önemdeydi. Hâlbuki insan o zamandan beri çok gelişti. Bugünkü insan, öyle sanıyorum ve temenni ediyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında, kendini hayrete düşüren bir güçlük, yahut da büyük heyecanlar sağlayan bir güzellik bulmayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici gerçeği görmüş olanlar, vezinle kafiyeye “ahenk” denilen yeni bir şiir unsurunun atası bakışıyla bakmışlar, bu yeni nimete dört elle sarılmışlar. Bir şiirde, eğer övülmeye değer bir ahenk varsa, onu sağlayan şey, ne vezindir, ne de kafiye. O ahenk, vezinle kafiyenin dışında da, vezinle kafiyeye rağmen de mevcuttur. Fakat onu şiirde bilinçli hâle getirip anlayışları en kıt insanlara bile bir ahengin var olduğunu haber veren şey, vezinle kafiyedir. Böylelikle farkına varılan, yani vezinle, kafiye ile sağlanan bir ahenkten zevk duyabilmek ya da sözü bu basit ölçüler içinde söylemeyi maharet sayabilmek; saflıkların herhalde en muhteşemi olmalıdır. Bunun dışında bir ahenge inanmaksa, onun şiir için ne kadar lüzumsuz, hatta ne kadar zararlı olduğunu, biraz sonra anlatacağım.
*
Vezinle kafiyenin her şeye rağmen birer sınırlama olduğunu da kabul edelim. Bunlar şairin düşüncesine, hassasiyetine hükmettikleri gibi, dilin şeklinde de değişiklikler yapıyorlar. Nazım dilindeki sözdizimi acayiplikleri, vezinle kafiye zorunluğundan doğmuş. Bu acayiplikler belki de ifadeyi genişletmesi bakımından, şiir için faydalı olmuştur. Hatta onların, nazım endişelerinin dışında dahi baş tacı edilmeleri ihtimali vardır. Fakat bu kuruluş, bazılarının kafalarına “şiir dilinin kendine has yapısı” diye dar bir anlayış getirmiş. Bu çeşit insanlar birtakım şiirleri reddederlerken “Konuşma diline benzemiş.” diyorlar. Köklerini vezinle kafiyeden alan bu anlayış, hakiki mecrasını arayan şiirde hep aynı görece garipliği bulacak, onu kabul etmek istemeyecektir.
*
Söz ve anlam sanatları çok kere zekânın tabiat üzerindeki değiştirici, tahrip edici özelliklerinden yararlanır. Bilgisini, terbiyesini geçmiş asırlara borçlu olan insan için bundan daha doğal bir şey yoktur. Teşbih, eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu yapan insan, garip karşılanmaz, hiçbir olağandışılıkla suçlanmaz. Hâlbuki teşbihle istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan adamı, bugünün aydını, garip saymaktadır. Hatası, türlü sapıtmalarla gelinmiş bir şiir anlayışını kendine çıkış noktası yapmasıdır. Yazının ortaya çıktığı günden beri yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. Hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha eklemekle acaba edebiyata ne kazandıracaklar? Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden oluşacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.
*
Edebiyat tarihinde pek çok şekil değişiklikleri olmuş, yeni şekil, her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik, zevke ait olanıdır. Böyle değişmelerin pek seyrek meydana geldiğini; üstelik, bu suretle meydana çıkan edebiyatlarda da her şeye rağmen değişmeyen, yine devam eden, hepsinde ortak olan bir taraf bulunduğunu görüyoruz. Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından önce de dinin ve feodal sınıfın köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramamış olan şiirde, bu değişmeyen taraf, varlıklı sınıfların zevkine hitap etmiş olmak şeklinde ortaya çıkıyor. Varlıklı sınıfları, yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar oluşturur. O insanlar geçmiş devirlerin hâkimidirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir lâyık olduğundan daha büyük bir mükemmeliyete erişmiştir. Ama yeni şiirin dayanacağı zevk, artık azınlığı oluşturan o sınıfın zevki değildir. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşamak hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Bu, söz konusu kitlenin istediklerini eski edebiyatların aletleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Mesele, bir sınıfın ihtiyaçlarının savunusunu yapmak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kılmaktır.
Yeni bir zevke, ancak yeni yollarla, yeni vasıtalarla varılır. Birtakım kuramların söylediklerini, bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir yeni, hiçbir sanatsal hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz senelerden beri zevkimize, irademize hükmetmiş, onları belirlemiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz. Mümkün olsa da “şiir yazarken bu kelimeleri düşünmek gerekir” diyerek yaratıcı çalışmalarımızı tehdit eden dili bile atabilsek. Ancak bu suretledir ki, kendimizi alışkanlıkların sürüklediği doğal olmayan eğilimlerden kurtarmış; özbenliğimize, hakikatimize dönmüş oluruz.
*
Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir geleneği yıkıp yeni bir gelenek kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey, içlerinden gelen yeni bir sınırlama sistemidir. Ancak ileriki nesillere kaldıktan sonra gelenek olur. Büyük sanatçı, sonsuz sınırlamaların içindedir. Fakat bu sınırlamalar, hiçbir zaman, öncekiler tarafından konulmuş değildir. O, kitapların öğrettiğinden daha fazlasını arayan, sanata yeni sınırlamalar sokmaya çalışan adamdır. 17’nci yüzyıl Fransız klasisizmi, kuralcı olmuş, fakat gelenekçi olmamıştır. Zira kurallarını kendi getirmiştir. 18’inci yüzyıl yazıcıları daha çok gelenekçi oldukları halde sanatkârlıkları bakımından geleneği kuranların düzeyine yükselememişlerdir. Çünkü sınırlamaları hissetmemişler, öğrenmişlerdir. Bir şeyin ya gerekliliğini ya da gereksizliğini hissetmeli, fakat herhalde, hissetmelidir. Gerekliliği hissedenler kurucular, gereksizliği hissedenler yıkıcılardır. Her ikisi de toplumların fikir hayatı için devam ettirici insanlardan daha faydalıdırlar. Bu çeşit insanlar belki her zaman başarılı olamazlar. Yaptıkları işin tutunabilmesi, işin toplumsal yapıdaki değişmelerle olan ilişkisine ve bu değişimlerin önemine bağlıdır. Başarısızlığın sebeplerinden biri de yapmanın yapılması gerekeni bilmekten farklı oluşudur. Bir insan kurduğunu mükemmelleştiremeyebilir. Fakat kendisini hemen takip edecek olana kıymetli bir temel bırakır. Ya bir yol gösterir, ya da bir yolun yanlış olduğunu söyler. Bu insan bir davanın bayraktarı, sıra neferi ya da fedaisi demektir. Bir fikir uğrunda fedai olmayı göze almış insan takdirle, minnetle karşılanmalıdır. Bununla beraber fedaî olmayı gözle almış insanın ne takdire ihtiyacı vardır, ne de teşvike. Çünkü bunlar ondaki güven duygusuna hiçbir şey ilave etmeyecektir. En koyu gericilik hareketlerinin, cesaretinden hiçbir şey eksiltmeyeceği gibi.
*
Ben, sanat dallarının birbiri içine girmesi taraftarı değilim. Şiiri şiir, resmi resim, müziği müzik olarak kabul etmeli. Her sanatın kendine ait özellikleri, kendine ait ifade araçları var. Anlatılmak isteneni bu araçlarla anlatıp bu özelliklerin içinde kapalı kalmak, hem sanatın hakiki kıymetlerine saygılı olmak, hem de bir çabaya, bir emeğe yer vermek demek değil mi? Güzel olanı temin edecek güçlük, herhalde bu olmalı. Şiirde müzik, müzikte resim, resimde edebiyat, bu güçlüğü yenemeyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil. Ayrıca bu sanatlar, öteki sanatların içine girince hakiki değerlerinden de birçok şeyler kaybediyorlar. Mesela bir şiirde uyumlu birkaç kelimenin yan yana gelmesinden meydana çıkmış bir müziği, nağmelerindeki çeşitlilik ve akorlarındaki zenginlikle muazzam bir sanat olan gerçek müzik yanında küçümsememeye imkân var mı? Kaynakları aynı olan harflerin bir araya toplanmasıyla oluşan “ahengi taklidi” (öykünmeli uyum) de bu kadar basit, bu kadar adi bir hile. Ben bu gibi hilelerden zevk duymanın, o ahengi şiirde hissetmekten gelen bir memnuniyet olduğu inancındayım. İnsan, anlaşılmaz sandığı bir şeyi anladığı vakit memnun olur. Bu memnuniyeti, anlaşılmaz sanılan eserin başarısı saymak, insanın kendini yazarla bir tutmak, yani kendi kendini beğenmek arzusundan başka bir şey değil. Bu açıdan halkın sevdiği eserler, en kolay anlaşılanlar oluyor. Mesela müzik zevkleri yeni oluşmaya başlamış insanlar Çaykovski’nin; konusu, Napolyon’un Moskova seferinden alınmış, olayları, resim gibi, hikâye gibi betimlenmiş olan 1812 Uvertürü’nü hayranlıkla dinlerler. Yine onlar için Saint-Saens’ın, ölülerin gece saat on ikiden sonra mezarlarından kalkıp dans edişlerini, sabahın oluşunu, horozların ötüşünü, iskeletlerin tekrar mezarlarına girişini anlatan Danse Macabre’ı ile Borodin’in, bir kervanın su ve çıngırak sesleri arasında ilerleyişini anlatan Orta Asya Bozkırlarında isimli eserleri ne büyük müzik eserleridir. Bence, müzik gibi ifade olanakları fevkalâde geniş bir sanatta tasvirle avlamak gibi basit bir hileye başvurmak, besteci için göz yumulamayacak derecede büyük bir kusur. Halkın, yukarıda anlattığım cinsten bir aşağılık kompleksine bağlı olan bu hissini, hiçbir büyük sanatçı istismar etmemeli. Sanatçı kendini verdiğini sanatın özelliklerini keşfetmek, hünerini de bu özellikler üzerinde göstermek mecburiyetindedir. Şiir, bütün özelliği, söylenişinde olan bir söz sanatıdır. Yani tamamıyla manadan oluşur. Mana, insanın beş duyusuna değil, kafasına seslenir. Dolayısıyla, doğrudan doğruya insan ruhuna seslenen ve bütün kıymeti, manasında olan hakiki şiir unsurunun, müzik gibi, bilmem ne gibi ikincil hokkabazlıklar yüzünden dikkatimizden kaçacağını da hatırdan çıkarmamalı. Tiyatro için çok daha gerekli olan dekora itiraz ediyorlar da, şiirdeki müziğe itiraz etmiyorlar.
Apollinaire, Calligrammes adlı kitabında, şiire bir başka sanat daha sokuyor: resim. Diyelim ki, bir yağmur şiirinin dizelerini sayfanın yukarı köşesinden aşağı köşesine doğru dizmiş. Yine aynı kitapta bir seyahat şiiri var : harfleriyle kelimelerinin sıralanışı gözümüzün önüne vagonlardan, telgraf direklerinden, aydan, yıldızlardan oluşmuş bir tablo çiziyor. İtiraf etmek gerekirse, bütün bunların bize bir yağmur havası, bir seyahat havası verdiğini, yani Apollinaire’in başka bir sanatla ilgili birtakım dalaverelerle bizi şiirin havasına soktuğunu söylemek gerekir.
Apollinaire, böyle bir hileye müracaat eden tek adam değildir. Resmi, şekil üzerinde şiire sokanlar çok. Mesela Japon şairleri; çoğu kere konularını, kamışlar, göller, mehtaplar, hasır yelkenli kayıklar ve çiçeklenmiş erik ağaçlarına benzeyen şekillerle anlatırlarmış. Hâşim, alev kelimesinin eski harflerle yazılışında gerçek alevi hatırlatan bir sihir bulurdu. Bu örnekleri teker teker zikredişim, şiirin müzikten olduğu gibi, resimden de yararlanabileceğini anlatmak içindir.
Müzikten yararlanmayı kabul eden şair, neden resimden, hatta daha ileri gidilirse, heykelden ya da mimariden de yararlanmayı düşünmesin? Oysaki heykelden yararlanmak, resmin bile hakkı değil. Resmi bir aralık hacimleştirmeye kalkışmış olan Picasso, bugün herhalde bu hatasını anlamıştır. Yalnız dikkat edilirse görülür ki, verdiğim örnekler, bizi şiire sokulan resmin sadece şekle ait tarafı üzerinde durdurmakta. Böyle bir şiir, henüz mesele yapılacak kadar önem ve taraftar kazanmamış. Hâlbuki bir de resmi şiire mana halinde sokan şairler, bu şairleri tutan büyük de kalabalıklar var. Onlar, bütün meziyetleri betimlemeye dayamış yazıları şiir saymakta güçlük çekmiyorlar. Hâlbuki o yazıların şiirliğini kabul etmemek gerek. Bu görüşü savunanlar, fazla ileriye gitmedikleri zaman, fikirleri akla yakınmış gibi görünür. Kendilerine hak vermek isteriz. Zannederiz ki, betimleme, şiirin şartlarındandır, her şiir de az çok betimlemelidir. Bu yanlış düşünce şiirin ifade aracının dil oluşundan ileri geliyor. Dilin parçaları olan kelimeler ya doğrudan doğruya eşyanın, ya da fikirlerimizin ifadeleridir. Soyut fikirler, gelişmiş kafalara dış dünya ile ilgisizmiş gibi görünür. Hâlbuki, insan denilen yaratığın, en soyut fikirleri bile bir somutla beraber düşünmek, yani onu daima maddeye, daima eşyaya dönüştürmek eğilimi vardır.
Böyle olunca kelimelerin yan yana gelmesiyle oluşacak sanatın, gözümüzün önüne tabiattan birçok şeyler getireceğini de olağan karşılamalı. Fakat bu olağan karşılama, hiçbir zaman şiirin bütün servetinin bu kelimelerle hatırlanan bir dünyadan, bütün kıymetinin de bu dünyanın güzelliğinden ibaret olacağı sonucuna varmamalı. Şiirde betimleme bulunabilir. Ama betimleme –hatta sanatçının tamamen kendine has görüş merceğinden bile geçmiş olsa– şiirde esas unsur olmamalı. Şiiri şiir yapan, sadece söylenişindeki özelliktir; o da manaya aittir
Fransız şairi Paul Eluard’ın dediği gibi, “Bir gün gelecek, o; sadece kafa ile okunacak, edebiyat da böyle yeni bir hayata kavuşacak.”
*
Edebiyat tarihinde her yeni akım, şiire yeni bir sınır getirdi. Bu sınırı azami derecede genişletmek, daha doğrusu, şiiri sınırdan kurtarmak bize nasip oldu.
Oktay Rıfat, bir mektubunda, bu fikri, okul kavramı üzerinde açıklamaya çalışıyor. Diyor ki: “Okul fikri, zaman içinde bir ara verişi, bir duruşu temsil ediyor. Hız ve harekete aykırı. Hayatın akışına uyan, dialectique zihniyete aykırı düşmeyen akım, sadece okulsuzluk akımıdır.”
Fakat sınırsızlık ya da okulsuzluk vasfı şiirde tek başına, ayrı bir şekilde bulunabilir mi? Şüphesiz hayır. Bu vasfın insana birçok yeni sahalar keşfettireceğini, şiiri birçok ganimetlerle zenginleştireceğini doğal saymalı. Bizim, kendi hesabımıza, bu sınır genişletme işinde ele geçirdiğimiz ganimetlerin başlıcaları arasında, saflıkla basitlik var. Şiirlik güzeli bunlardan çıkarma arzusu, bizi şiirin en büyük hazinesi olan, insanı hayatının bütün dönemlerinde kurcalayan bir âlemle yakından ilişki kurmaya sevk ediyor. Bu âlem de bilinçaltıdır. Tabiat, zekânın müdahalesi ile değiştirilmemiş halde, ancak burada bulunabiliyor. Keza insan ruhu, burada bütün giriftliği bütün kompleksleriyle, fakat ham ve ilkel halde yaşıyor. İlkellikle basitliğin bir özelliği de bu giriftlik olsa gerek. Hislerin ya da heyecanların soyutlanmışlarına ancak ruhbilim kitaplarında rast geliriz. Bunun için diyelim ki, bir şehvet şiiri yazmaya çalışan şair, bir pintilik hissini anlatmak için sayfalar dolduran yazar, bizi, hayatın olsun, gerçekliklerin olsun, dışına sürüklüyorlar. Saflıkla basitliği, çocukluk hatıralarımızda aynı zenginlik, aynı giriftlik ve tecride karşı duyulan aynı düşmanlıkla buluyoruz. Allah’ın sakallı bir ihtiyar, cinlerin kırmızı cüceler, perilerin beyaz entarili kızlar şeklinde tasavvuru, bozulmamış çocuk kafasının soyut fikre tahammülü olmadığını gösteriyor.
“Şiiri en saf, en basit halde bulmak için yapılan, insanın bilinçaltını karıştırma işlemi”nin symboliste’lerin kabul ettiği gibi içimizdeki birtakım gizli tellere dokunma, ya da Valery’nin yaratıcı eylemi açıklayan “bilinç dışında olma” kuramlarıyla karıştırılmamasını isterim. Bu konuda bizim arzumuza en çok yaklaşan sanat akımı surrealisme akımıdır. Ruhsal otomatizmi fikir sistemlerinin ve sanat anlayışlarının çıkış noktası yapan bu insanlar, vezni ve kafiyeyi atmak mecburiyetinde kaldılar. Ruhsal otomatizmle zekâ hokkabazlığının birleştirilemez şeyler olduğunu gören insan için, bu zorunluluk da apaçıktır. İkisinden birini tercih etmek gereğini açıkça ortaya koyan ve “bütün kıymeti manasında olan şiir” için bu küçük hokkabazlıkları fadadan çekinmeyen surrealiste’ler elbette takdire lâyık görülmeli.
Kısmen haklı bulduğumuz otomatizm fikri, bizim memlekette, bu akımın tam bir açıklaması diye kabul edilmiş. Hâlbuki bu, sadece bir çıkış noktası. Burada, biz tarafımızdan olduğu gibi, onlar tarafından da şiirin ana işçiliği diye kabul edilen “bilinçaltını boşaltma” işleminin, daima bir cezbe haliyle beraber bulunmadığını eklemeliyim. Eğer böyle olsaydı, herkes sanatçı olurdu. Hâlbuki sanatçı, elde edilmiş bir melekeyi rüya vesaire cinsinden durumlar dışında da kullanabilen adamdır. Kıymeti olsun, büyüklüğü olsun, bu melekeyi kazanış ve kullanışındaki maharetle ölçülür. Alışkanlıklarla elde edilmiş bir bilincin, insana, bilinçaltı dediğimiz kuyuyu kazabilecek kudreti getirdiğini Freud’ü çok iyi bilen bir doktor ve sanatı fikirleriyle başa baş bir şair olan Breton, bundan yıllarca önce söylemiş.
Bu kudret acaba nedir? Ruhsal hayatın yazılaşmış çalışmalarında bilincin kontrolü —az olsun, çok olsun— her zaman vardır. Yani doğal koşullar içinde bilinçaltını yazı haline getirmemiz imkânsızdır. O halde, imkânsız olan bu hâli melekeleştirmeye kalkmak büsbütün gereksiz bir çaba sayılmaz mı? Muhakkak ki, bu meleke, bilinçaltını taklit etme melekesidir. Bilinçaltında bulunan şeyler nasıl şeyler? Onu bir sanatçı bir âlimden çok daha iyi, çok daha derinden hisseder. Eseri de bu hissedişin taklidinden başka bir şey değildir. Sanatçı mükemmel bir taklitçidir.
Usta sanatçı, taklitçi değilmiş gibi görünür. Çünkü taklit ettiği şey özgündür. 19’uncu asırda yaşamış realist yazarın anlattığı tabiat, özgün değildir; zekâ tarafından taklit edilmiştir. Onun için eser, kopyanın kopyasıdır. Basitlik ve ilkellik gerçekliklere işaret ettiği zaman sanatın da sermayesi olmalıdır. Çünkü her ikisi de sanat eserine hakiki güzelliği getirirler. İyi bir sanatçı onları çok güzel taklit eder. Bu işi yapan adama “basit adam, ilkel adam” dememek gerekir. Sanatın yıllarca çilesini çekmiş, sonsuz aşamalardan geçmiş bir şairi günün birinde acemi bir tavır ile karşınıza çıkmış görürseniz, birdenbire olumsuz yargılar vermeyiniz. Böyle bir şair “acemiliği taklit”te güzellik bulmuş olabilir. Bu takdirde o, acemiliğin ustası olmuş demektir.
Bütün bunlar gösteriyor ki sanat pek de öyle otomatizm işi falan değil, bir çaba, bir hüner işiymiş. Hâlbuki biraz önce sürrealiste şairlerden bahsederken “ruhsal otomatizmi, fikir sistemlerinin çıkış noktası yapan bu adamlar vezinle kafiyeyi atmak zorunda kaldılar” demiştim. Mademki insan böyle bir otomatizme inanmıyor ve mademki bütün çabanın bir taklitten ibaret olduğunu ortaya çıkartabiliyor, o halde vezinle kafiyeyi de kabul etsin. Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına sebep olan şey, sadece otomatizm fikrine bağlanış olsaydı, bu düşünce, belki doğru olabilirdi. Hâlbuki vezinle kafiyeyi önemsemeyişte başka sebepler vardır. O sebepleri şimdilik konumuzun dışında sayıyorum.
“Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına sebep olan şey sadece otomatizm fikrine bağlanış olsaydı; bu bağlanışın yersiz olduğu anlaşılınca vezinle kafiyenin de şiirdeki yerini alması gerekirdi” dedim. Hâlbuki gerekmezdi. Çünkü sürrealiste şairler şiire taklit yolu ile sokacakları bilinçaltını hakikatmiş gibi göstermek isteyeceklerdi. İşte bu yüzden vezinle kafiyeyi kullanmak zorundaydılar. Çünkü onlar taklit edilecek şeyi bilmenin yeterli olmadığını, taklitte de usta olmak gerektiğini kavramış insanlardı. Eğer böyle olmasaydı, biz onların samimiyetlerine inanmayacaktık. Sanatçı bizi, söylediklerinin samimi olduğuna inandırmalı.
*
Şiirde hücum edilmesi gerektiğine inandığım zihniyetlerden biri de mısracı dizedir. Bir şiirde bir tek berceste mısraın yeterliliğine inanç şeklinde beliren ve ilk bakışta insana basit görünen bu zihniyeti, şiirin kötü bir özelliğine bağlanışın gizli bir ifadesi olduğu için önemli buluyorum. Şiirde bir “bütün”ün gerekliliğine inananlar bile mısralar arasında birtakım aralıklar kabul eder, bu aralıkları birbirine bağlayan mana yakınlıklarını şiirdeki örülüşün mükemmeliyeti için yeterli sayarlar. Bu anlayış, belki de hücum edilmeye değecek kadar sakat bir anlayış değildir. Fakat insanı şimdi bahsedeceğim özelliğe ve o özellikten zevk alma tehlikesine götürdüğü için buna da meydan vermemek gerektir. Şiir öyle bir bütündür ki, bütünlüğünün farkında bile olunmaz.
Sıvanmış, boyanmış bir binanın tuğlaları arasındaki harcı göremeyiz. Bina, bütünlüğünü ancak bu harçla sağladığı zamandır ki, onu oluşturan tuğlaları teker teker görmek, onların vasıfları üzerinde düşünmek fırsatını elde ederiz.
Mısracı zihniyet, bize, mısraların olduğu gibi, onun parçaları olan kelimelerin de incelenmesi, çözümlenmesi olanağını verir. Kelime üzerinde düşünmek, onun güzelliğini ya da çirkinliğini saptamaya çalışmak; şiire, kelime halinde, soyut bir “şiir unsuru” anlayışı getirmiştir. Yüz kelimelik bir şiirde, yüz tane güzellik arayan insan vardır. Hâlbuki bin kelimelik bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan oluşan bir mimarî eseri güzeldir. Buna karşılık agat, helyotrop, gümüş gibi maddelerden bir bina yapılabileceğini varsayalım. Eğer bu bina, maddelerinin taşıdığı güzellik dışında bir güzelliğe sahip değilse sanat eseri sayılmaz. Görülüyor ki, aslında güzel olan kelimenin, şiire malzemelik etmesi, şiir için bir kazanç değil. Eğer söyleniş tarzlarını, kullanılış şekillerini de beraber getirmiş olmasalardı, bu kelimelerin şiire bir zararı da olmazdı. Fakat ne yazık ki o kelimeler ancak belirli şekillerde söylenebiliyor. Yani, kendi söyleniş biçimlerini kendileri belirliyorlar. İşte eski şiirin yukarıda bahsettiğim özelliği, bu söyleyiş biçimidir, ismi de “şairane”dir.
Bu söyleyiş biçimine bizi kelimeler getirmiş. Fakat şiir zevkini, şiir anlayışını bugünkü toplumdan alan insan çok kere karşı yönden hareket etmekte, yani o kelimelerden önce şairaneyi tanımaktadır. Bu söyleyiş biçimini getirebilecek kelimelerden oluşmuş sözlük; yazarken şairane olmak isteyen, okurken de şairaneyi arayan insanın kafasında zorunlu olarak ortaya çıkar. O sözlüğün çerçevesinden kurtulmadıkça şairaneden kurtulmaya da imkân yok. Şiire yeni bir dil getirme çabası, işte böyle bir kurtulma arzusundan doğuyor. “Nasır” ve “Süleyman Efendi” kelimelerinin şiire sokulmasını hazmedemeyenlerse şairaneye tahammül edebilenler, hatta onu arayanlar, hem de bilhassa arayanlardır.
Hâlbuki “eskiye ait olan her şeyin, her şeyden önce de şairanenin aleyhinde bulunmak gerek.”
Garip Şiir Kitabı, 1. Basım Mayıs 1941