Etiğin Kokusu, Ahlakın Boynuzu

Bir göz açıp kapayıncaya kadar geliyoruz dünyaya. Sırtımıza vurup tüm heyecanımızı akıtıyorlar boğazımızdan. Henüz konuşamıyoruz, ağlayarak başlıyoruz hayata. Yıkıyorlar, giydiriyorlar ve sarıp sarmalayıp bir kucağa veriyorlar minik bedenimizi. Önce ağzımıza bir iki damla süt akıtılıyor, sonra koklamaya başlıyoruz. Etrafımızdakileri yarı açık gözlerimizle süzerken, kokularını en derine kazıyoruz sevdiklerimizin. Büyüyoruz. Sakin ve usulca… Kimileri çok haylaz ve yaramaz bir çocuk olduğumuzu söylüyor kimileri ise oturduğumuz yerden kalkmadığımızı. Neticesinde elbet biz de bebekliği gerisin geri bırakıp çocuk, genç ve yetişkin oluyoruz.

Yirmi iki yıl. Neler sığdırdık acaba son hızla ilerleyen ömrümüze? Şu eski Yunan filozofları gibi “ideal polisi” mi düşledik, Asya’ya kadar uzanıp “itaat ve ahlak” kavramını mı koruduk Konfüçyüs ilkeleriyle? Yoksa Avrupa’daki skolastiğin uzun ve engebeli kollarına mı sardık benliğimizi? Sanıyorum hiçbiri değil. Hepsinden azar azar etkilendiğimiz şaşılamaz bir gerçek lakin büyük bir olasılıkla Doğu’nun Limanlarına bıraktık kendimizi. Çok kültürlü, dinli ve dilli bir coğrafyada yetişirken çok hisli bir insancığa dönüşüverdik.

Defalarca yazılan ve çizilen süreksiz, etik ve ahlak kurallarından bazen koptuk. Kanunlara uymak her zaman doğru değildi. Sarstılar bizi, gelip kulağımıza fısıldadılar ve elimize bir şeyler tutuşturdular. İnkâr etmesini de, sorgulamasını da bildik. “İyilik” dediler, salt iyilik. Biz de dedik ki: “onları kurtarmak için onlara hâkim mi olmak gerekiyor?” İyilik, karşılıksız yapılan bir eylem değil midir? Güldüler. Kahkahalar ata ata, şiş göbeklerini tuta tuta, uzun uzun güldüler. Açılıp kapanan ağızlarından sararmış dişlerini gördük. Bunlar da kesin, safi altındır diye geçirdik içimizden. Memnunduk. Dişlerinin sarılığını görebildiğimizden. “Karşılıksız” kelimesine takılıp kaldılar. Amaçları bizi utandırmaktı. Yerin en dibine sokarak, üstümüzde zıplamayı seçtiler akıllarınca. İyiliği kendilerince bin bir çeşit ikircikli kavramla tanımladılar. Onlar, hala yüzyıllar öncesindeki sömürgelerinin krallıklarından bahsederken, biz de onlara çığ gibi büyüyen ayaklanmaların kendilerini nasıl yok ettiklerini anlattık. Tıkadılar kulaklarını ve kaçmaya çalıştılar. Biz gülmedik oysa bu kez sıra bizdeydi.

En başta hak ettiler diye düşündüm. Oh olsun onlara! Ancak birkaç dakika sonra, bu ben değilim ki, diye bağrındım. Şu sırtına vurularak tüm heyecanı boğazından akıtılan minik canlı vardı ya, ben oydum işte. Yıkanan ve giydirilen, bedeniyle henüz buluşan cahil bir ruh.

Devrimler sırasında bulvarların kanlı sokaklarında naralar duyuldu. Dünyanın yarısı toplama kamplarına konuldu. Karınlar yarıldı ve ceninler ortalığa saçıldı. Kafalar giyotine gitti, ipten sallandırıldı yahut tek bir ateş darbesiyle havaya uçuruldu. Elektrik verildi, işkenceler edildi, parmaklar ve kollar kesildi. Tüm bunlar cereyan ederken yıllardır ağızlara pelesenk olan “iyilik, ahlak ve etik” neredeydi? Bir beyanname de mi, yoksa herkesin iyiliği aslında “içinde” miydi? Buna gülerim. İşte buna atarım tüm kahkahamı. Sizin içinizdeki iyiliği ben ne yapayım! Fikirleriniz, yazdıklarınız ve okuduklarınız sizin olsun. Her gün öldürülürken bir çocuk ve bir kadın, katledilirken bir genç sokakların ortasında ve bombaların ardındaki evinden tuğlaların arkasına saklanırken beyaz saçlı bir nine, üzgünüm içinizdeki insan sevgisinden bana hayır gelmez.

Arıyorum tam da buralarda. İnsaniyetçilik, insancıl hukuk ve barışçıl söylemlerin hepsini. Karşıma açlıktan kıvranan bedenler ve vücut uzuvlarını kaybetmiş biçareler çıkıyor. Etnik kökü kurutan tüm vakaları incelerken, suçlardan sıyrıldığını görüyorum yüreği şefkat(!) ilkeleriyle dolup taşan çoğu liderin. Bir anda ayağım bir şeye takılıyor. Eğiliyorum ve sonunda göz göze geliyorum kendisiyle. “Küreselleşen” bir topmuş bu. Sallıyorum ve içinden gelen birkaç ses duyuyorum. Bir kilidi varmış. Zorlaya zorlaya açıyorum kilidi ve tek sıra halinde çıkıyor sözcükler dışarı. Bu sözcükler sesli. Sesleri çok cılız ve yardım istercesine. Yapışıyorlar elime ve kesilmiş gırtlaklarından ulaşmaya çalışıyorlar bana. “Hak” duyuyorum, sonra “hukuk” ve “adalet”. Ekliyorlar “eşitlik” ve “özgürlük”. Yardım istiyorlar sonra da yok olup dört bir yana dağılıyorlar. Yine ben kalıyorum. Bir başıma ve benliğimle beraber. Söz veriyorum onlara ve yardımlarını geri çevirmeyeceğimi belirtiyorum. Ne de olsa bugüne bugün, ben iyiliğin nasıl bir şey olduğunu yeniden anımsamaya çalışıyorum.

Bunca kötülük varken, iyiliği bulmak ve ona ulaşmaya çalışmak yoruyor beni…

İlk seçimimi iyilikten yana yapıyorum. Ne de olsa seçimli bir eylem ya iyilik sonuçta! Hani şu uluslararası sistemde iki fikir var, her şeyi başlatan. Bazıları real bazıları ise idea. Bense, yalnızca kalbi iyilikle çarpan ve karşılık beklemeyen bir allı turna olarak betimliyorum kendimi. Uluslararası sistemden de, aktörlerden de banane yahu! Prensiplerim, ilkelerim ve bir cemiyetim yok. Hani şu savaş çıkmasını engelleyecek türdekilerden.

Takır tukur sesler çıkaran bir zaman makinesi getirip önüme koyuyorlar. Basıyorum butona ve yüreğim beni nereye çekerse oraya gidiyorum. Yeniden doğuyorum, büyüyorum, yaşlanıyorum ve ölüyorum. Tekrar doğuyorum, sonra yine ve yeniden. Tüm kalbimi bırakmışım “ortak bir iyiye” onla beraber evirilip duruyorum. Yoruluyorum. Çok yoruluyorum. Halim kalmıyor hiçbir şeye. Çöküyorum en sonunda bir savaş meydanının ortasına ve sıradaki hedef olmayı bekliyorum. Gözlerim açılıp kapanıyor ve esmer eller, yabancı dilde sözcükler işitiyorum. Taşınıyorum, kucaklarda. Alınıp bir ölü koyun gibi, samanlığa atılıyorum. Gözlerim karanlıkla buluşurken, etrafımda toplanıyorlar.

Yıkıyorlar, giydiriyorlar ve sarıp sarmalayıp bir kucağa veriyorlar minik bedenimi. Önce ağzıma bir iki damla süt akıtılıyor, sonra koklamaya başlıyorum. Büyüyorum. Kokuları derin derin içime çekiyorum. Bir o yana bir bu yana sallanıyorum. Hoş bir koku alıyorum. Tam yakalayacağım, elimden kaçırıyorum. İnliyorum. İyilikten, her geçen dakika biraz daha uzaklaşıyorum. Koku, kayıp gidiyor usulca dışarı doğru ve ben ağlıyorum. Hıçkırıklara boğularak, biriken tüm yaşlarımı korkusuzca akıtarak uzun uzun ağlıyorum.

Stratejiler, füzeler, uçaklar ve silahlar. Kâh bir nükleer bomba kâh bir virüs bombardımanı. Filmlerde distopya, kitaplarda ütopya. İlkin kabileler, feodaller, aşiretler ve sonradan ulus-devletler. Beyler, hanlar, krallar ve başkanlar. Rejimler, köyler ve ardından şehirler. Eller, makineler, fabrikalar ve sermayeler. Birkaç satır ve cümle ile tüm dünyanın yıllarca nereden neredeye geldiğini anlatmak bu kadar işte. Bir sayı ile ölenleri karşılamak, maaşlara bir rakam vermek ve doğanların her birine yeni bir isim bulmak. Kayboluyorum. Bu birkaç satırlık cümlelerin arasından kaptırıp gidiyorum. Benliğimi ancak tek bir sözcükle geri getirebiliyorum. Biraz sevgi ve bir tutam merhamet ekleniyor onun yanına. Kısık ateşte öfkemi kaynattıktan sonra, bir bardak özlem ve yarım kaşık empati serpiştirmeyi son anda hatırlıyorum. Eliyorum, eliyorum. İyilik tanelerini ilave ettikten sonra kapağını kapatıp ocağa koyuyorum. Kokuyu uzun uzun içime çekiyorum!

Pişiriyorum ve sofrayı kuruyorum. Sonsuz tabakla masayı süslüyorum. Yer, mekân ve zaman belirtmiyorum.  Son değil, ilk akşam yemeği bu. Tüm evren için verilen bir ziyafet! Kapıda görevli yok, içerde kolluk kuvvetlerine asla rastlanamaz.

Ziller çalıyor. Sesler koridorlarda yankılanıyor. Ağlama, gülme, hıçkırma ve haykırmalar aralıksız devam ediyor. Bir göz açıp kapayıncaya kadar doluyor masamızın her tarafı. Ama herkes oturacak bir yer buluyor kendine. Sırtımıza vurup tüm yediklerimizi akıtıyorlar boğazımızdan. Henüz konuşamıyoruz, bu kez sırıtarak başlıyoruz hayata. Yıkıyorlar, giydiriyorlar ve sarıp sarmalayıp bir kucağa veriyorlar cüsseli bedenimizi. Önce ağzımıza bir iki damla su akıtılıyor, sonra koklamaya başlıyoruz. Etrafımızdakileri yarı açık gözlerimizle süzerken, kokusunu en derine kazıyoruz sevdiklerimizin. Büyüyoruz. Sakin ve usulca. Yiyiyoruz kıtlıktan çıkmışçasına. Şu eski Yunan Filozofları gibi ideal polisi mi düşlüyoruz, Asya’ya kadar uzanıp itaat ve ahlak kavramını mı koruyoruz yoksa Avrupa’daki skolastiğin uzun ve engebeli kollarına mı sarıyoruz benliğimizi? Sanıyorum hiçbiri değil. Hepsinden azar azar etkilendiğimiz şaşılamaz bir gerçek lakin büyük bir olasılıkla Doğu’nun Limanlarına bırakıyoruz kendimizi.

Kana kana çekiyoruz içimize, bu tarifi olmayan harikulade kokuyu. Silip atıyoruz yaşanan tüm acıları. Affediyoruz. Kokluyoruz. Mest oluyoruz. İyiliğe and içiyoruz ve başlıyoruz eylemlerimizi gerçekleştirmeye. Sarıyoruz bir bir yaralarımızı. Her yeni doğan canlı yavrusunun kulağına, adından önce fısıldıyoruz iyi bir insan olmasını.

Şimal Yanpınar

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.