Yaşlı Köy

Gözüm dönmüş gibiydi sinirden. Arabayı kullanmıyor, sanki yolu dövüyordum. Aslına bakılırsa o da beni dövüyor gibiydi ya… Yağmurdan, geçen arabaların ağırlıklarından dengesizleşmiş, yer yer çukurlarla doluydu çünkü. Bir o bana vuruyordu, bir ben ona. Aldığım her darbede daha saldırgan, daha tahammülsüz bir hale geliyordum. Üstelik dışarıda arabama, yol ve benim dışımda sarsıntılar veren bir de deli bir rüzgar vardı. Olan sonunda zavallı arabama olacak gibiydi.

Çeken tek radyo kanalında türkü söyleyen adama söyleniyordum bir yandan da. ‘İçimizi kararttın be adam’ diye onunla da kavgaya tutuşmuştum. Çekmeyen internet, çekip çekmediği belli bile olmayan şebeke, bu saçma sapan yol, dışarıdaki berbat hava… Sakin kalabilmem için tek bir sebep yoktu ki!

Doktorluk yaptığım ilçenin bir köyüne haftada bir kez muayene için gidiyordum. O kadar istemiyordum ki buraya gelmeyi, her gelişim ayrı bir sinir harbi oluyordu. Köydekiler laftan anlamayan, verdiğim ilaçları bile almayan, sadece hastalıklarından şikayet eden insanlardı. Her defasında aynı şikayetlerle geliyor, ilaçlarını alıp almadıklarını sorduğumdaysa başlarını yere eğiyorlardı.

Bir iki kere neden diye sormaya çalıştım ama o kadar çekingen duruyorlardı ki, ağızlarından doğru düzgün bir açıklama alamadım hiç. Bir süre sonra ben de sormayı bıraktım. Artık geldiklerinde sadece dinliyor, reçetemi yazıyor ve konuşmadan gönderiyordum. Bezmiştim çünkü.

Bütün bu gerginliğimin üzerine bir de karımla kavga edip çıkmıştım evden. Daha kötü bir gün olamazdı, diye düşünürken büyük bir gürültüyle sarsıldım. Araba durdu ve tavandan gelen baskıyı başımın tam üzerinde hissettim. Sonrası karanlık…

Gözümü açtığımda ilk olarak tepemde yanan soluk sarı ışıkla karşılaştım. Gözlerimi kapatıp açarak kendimi alıştırdıktan sonra etrafa göz gezdirmeye başladım. Eski bir evdi burası, epey eski. Küçücük camlarına bile kısa gelmiş koyu sarı, üzerinde rengi belki de önceden daha belirgin olan ama şimdi soluk halde kahverengi gül desenleri olan perdeler takılmıştı. Bir de babannemin dantellerine benzeyen tüller vardı perdenin ardında kalan.

Kalkmaya çalışınca başımda bir ağrı hissettim. Ama direnip yattığım yerden doğruldum. Altımdaki tahtanın sertliğinden anladığım kadarıyla bir sedirin üzerindeydim. Ama kimin evi ve kimin sediriydi bu? Olanları hatırlamaya çalıştım. Tavanda şiddetli bir gürültü duymuştum, başımda bir ağrı ve sonrası yoktu.

Dengemi korumaya çalışarak ayağa kalktım. Biraz başım dönüyordu ama düşmeden yürümeyi başardım. Kısa tavana kafamı çarpma korkusuyla dikkatlice yürüdüm kapıda doğru. Maviye boyanmış ama boyaları parça parça soyulmuş kısa kapıyı açıp adımı attım ve odaya göre daha alçakta kalan koridor diyebileceğim araya attım kendimi. Etrafta hiç ses yoktu, biraz ürkütücüydü atmosfer. Cesaretimi toplayıp seslendim:

“Kimse yok mu?”

Biraz bekledim ama cevap alamadım. Sorumu tekrarladım:

“Kimse yok mu diyorum, hey!”

‘Başıma ne gelmiş olabilir ki?’ diye düşünürken tam karşımdaki kapı açıldı ve tanıdık bir yüz göründü.

“Uyandın mı doktor bey oğlum, şükür olsun.” diyen, benim müdavim hastalarımdan Enver amcaydı.

“Enver amca bana ne oldu, neden buradayım?” dedim ama aynı anda başımda korkunç bir dönme olunca duvara tutundum zorla. Koşarak gelip beni tuttu, çıktığım odaya götürüp aynı sedirin üzerine oturttu Enver amca.

“Hemen kalkmasaydın be evladım, daha yaran çok taze.” deyince elimi başıma götürdüm. Bir şeyle sarılmıştı ama dokunduğum anda acıyı hissettim. Ölecektim merakımdan, neler olduğunu sordum:

“Bana ne oldu Enver amca, niye buradayım?”

“Arabanın üstüne ağaç devrilmiş, seni köy yolunda bulduk doktor bey oğlum. Başın kan içindeydi, zor çıkardık arabandan. Sonra da buraya getirdik.”

“Kaç gündür buradayım ben peki? Saat kaç?”

“Sabahtan bu yana baygınsın. Yatsı ezanı okunalı bir saat kadar oldu, işte saati de sen hesap et.” deyince yine sinirlendim. Alt tarafı saati sormuştum, ona da cevap veremiyordu. Kolumdaki saati hatırlayıp baktım ama yoktu. Ben sormadan Enver amca cevap verdi:

“Saatin kırılmış, çalışmıyor oğlum. Aha şuraya, masanın üstüne koydum. Telefonun da orada.” deyince fırladım hemen. Yine başım dönünce beni oturtup kendisi getirdi telefonu bana. Ama çekmiyordu, zaten bu köyde hiç çekmemişti ki lanet telefon. Fulya meraktan delirmiş olabilirdi, eve dönmem lazımdı.

“Enver amca beni gitmem lazım.” dedim panikle. O benden daha çok panikledi.

“Nereye oğlum bu saatte hele ki bu havada. Dışarıda fırtına var, köyün yoluna ağaçlar devrildi, yol kapandı. Yağmur patladı patlayacak, mümkün değil evden çıkamazsın bu halde.”

Yavaşça kalkıp küçük camdan dışarı baktım, ilerideki ormanın ağaçları bir sağa bir sola uyumla sallanıyordu. Ama bu uyum rahatlatmak yerine daha da korkuttu beni. Çaresiz bekleyecektim. Fulya kesin delirecekti…

Kaç saat uyuduğum belli değildi ve darbenin ciddiyetini de bilmiyordum. Uyumamaya karar verdim, bunu da uygun bir dille Enver amcaya anlattım. O da benimle oturacağını söyledi.

Önce bana yemek getirdi, sonra da çay. Giderek alışmaya, onunla sohbet etmekten keyif almaya başlamıştım. Fırsatını bulmuşken, aylardır beni sinir eden şu inatçı hallerini sormaya karar verdim.

“Enver amca, sana bir şey sormak istiyorum.” deyince pürdikkat bana çevirdi bakışlarını.

“Sor tabii doktor bey oğlum.” derken meraklı görünüyordu.

“Her hafta geliyorum, seni ve diğerlerini muayene edip ilaçlarınızı yazıyorum ama hiçbiriniz ilaçları almıyor, kullanmıyor ve sürekli de aynı şikayetlerle geliyorsunuz. Neden böyle yapıyorsunuz?”

Gülümsedi ama bu öyle keyifliden ziyade acıya çalan bir gülümsemeydi. Derin bir nefes alıp:

“Sen bu köyü hiç gezdin mi doktor bey oğlum?” diye sordu bana.

“Hayır, hiç fırsatım olmadı, neden sordun ki?” dedim bu kez ben merakla.

“Gezsen bilirdin ya da anlardın biraz olsun ama ben sana anlatayım madem. Belki sen de bizi biraz seversin o zaman.” dediğinde bir rahatsızlık sardı beni. Anlamışlardı demek ki onlardan hoşlanmadığımı, belli etmiştim. Yine de durumu idare etmek istedim.

“Yok, estağf…” derken lafımı kesti.

“Biliyorum evladım, sen bizi hiç sevmiyorsun. Ama haklısın, doktor kendi lafını dinlemeyen hastayı sevmez. Neyse, bak şimdi biz bu köyde tamı tamına otuz beş haneyiz. Köydeki herkes de yaşlıdır, hiç genç yok burada. Gençlerin hepsi okumaya, çalışmaya diye bırakıp gittiler bizi. Benim çocuğum yok, olmadı yani. Hanım da beş sene önce göçtü gitti, ben de tek başıma kaldım.”

“Allah rahmet eylesin.”

“Sağ ol oğlum. Bak bizim köyde kimsenin arabası yok, kimsenin ilçeye yürüyecek kadar gücü kuvveti de yok. Bir minibüs bile buraya uğramaz, bizi yolcudan sayıp da ilçeye taşımaz. Bir tek sen gelirsin, sen de bizi pek sevmezsin. Sana gelip muayene olanların çoğu sıkıntısından, birkaçı da gerçekten hasta olduğundan geliyor. Ben mesela hasta değilim, şükür turp gibiyim ama benim de bir derdim var elbet, yalnızlık. Sen gelince yanına sevinçle gelirdim hep, belki biraz muhabbet eder de değişik bir şeyler anlatırsın diye. Ama ne zaman bir laf etmek istediysem senin kaşların çatıldı. Ben de bir şey sormadan, en azından farklı birini göreyim diye geliyorum artık yanına.”

Kendimi bu kadar berbat hissettiğim başka bir an bulamadım hafızamda. Ben iç hesaplaşmamı yaparken Enver amca anlatmaya devam ediyordu:

“Ötekiler de öyle, insana hasretiz yani. Seni biraz görüp, sonra kendi aramızda konuşup da gönlümüzü eğliyoruz. Ha, gerçekten hasta olanlar da var ama onların da gidip ilaçlarını alacak kudreti yok. Kendi kendilerine otla, sebzeyle şifa bulmaya çalışıyorlar. Sana gelip de iyi geldi mi diye bakıyorlar işte.”

“Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla.

“Mesela bir hafta ıhlamur içiyor, sonra sana gelip de baktırıyor iyileşmiş mi diye. Eğer iyi geldiyse, aynı hastalığı olana da ıhlamur içiriyor. Böyle işte, ilaç alamayınca kendi ilacını bulmaya çalışıyor insanlar.”

“Öyle olmaz ki ama Enver amca, bazılarının hastalığı öyle ıhlamurla falan iyileşecek gibi değil ki.”

“E ne yapsın oğlum insanlar, bir şekilde şifa arıyor.”

“Bana neden söylemediniz, ben size bir çare bulurdum.”

“Seninle kimse konuşamıyor ki oğlum.” dediği anda, utancımdan yerdeki tahta döşemenin altına girmek istedim. Cevap veremedim, söyeyecek sözüm yoktu çünkü. İkimiz de sessiz kaldık, anlamıştı o da konuşamadığımı.

Enver amca çayları tazelemek için çıkınca gözyaşlarımı tutamadım. Çok kötü hissediyordum kendimi. Ben ne zaman bu kadar kötü kalpli, bu kadar kör olmuştum. Bu zavallı insanların halini nasıl görememiştim…

Hava düzelip de yol açılana kadar köyde kaldım. Kaldığım süre içinde de bütün köylüyle tek tek ilgilendim. Gerçekten hasta olanları Enver amcayla beraber belirledik, iyice muayene ettim hepsini. Yemeklerini yedim, çaylarını içtim, onlarla uzun uzun sohbetler ettim ve sonra vedalaşıp ayrıldım köyden beni almaya gelen görevlilerle.

Bir sonraki muayene günümde köye giderken çok mutluydum. Her seferin aksine, heyecanla gidiyordum bu kez ve hepsinin muhabbetini özlediğimi hissediyordum. Sağlık ocağına varınca kapıda beni beklediklerini gördüm. Arabanın arkasından kutuyu alıp içeri geçtim ve sırayla gelmeye başladılar.

Şikayetlerini dinledim her seferki gibi ama yanına başka konulardan sohbet de ekledim. Ayrıca hasta olanlar için yanımda getirdiğim ilaçları da verdim. Yaşlı yüzlerinde öylesine güzel bir mutluluk vardı ki, ruhumun şifasını bulduğunu, bu kırışmış yüzlerdeki gülümsemeyi görünce hissettim…

Esra Barın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.