Küçük hikâye ya da kısa hikâye, en nihayetinde bir olayın ya da durumun sunumudur. Kısa hikâye adından da anlaşılacağı üzere kısa ve yalın bir olay örgüsüne sahip olan, şüpheye yer vermeyen mutlaklıkta olan, arındırılmış, önemli bir olaya, ana ya da duruma odaklanarak yazılan edebi türdür. Kısa hikâye ile roman arasında pek çok fark vardır. Roman çok bilinmeyenli bir denklemken, kısa hikâye tek bilinmeyenli bir denklemdir. Birinin geniş bir alanı varken, diğerinin alanı biraz daha kısıtlıdır ve hikâye bu kısıtlı alanda olabildiğince özgür olan bir türdür.
Kısa hikâyede kelimeler çok değerlidir. Semih Gümüş, Öykünün Bahçesi adlı kitabında kısa hikâyeyle alakalı, “Kısa öyküde misafir kelime yoktur, bütün kelimeler ev sahibidir.” demiştir. Yani kısa öykü, laf kalabalığına gelecek bir edebi tür değildir. Yazar; anlatacağı konuyu, gerçeği yahut hayali hikâyesinin içinde eritmelidir.
Türk edebiyatında hikâye türü her dönemde yer yer kendini hissettirse de, 19.yüzyılda Tanzimat Dönemi’nde başlayan yeniliklerle Batılı anlamda ilk kez edebiyatımıza girmiştir. Bu noktada ilk örneği veren Ahmet Midhat Efendi olmuştur. Letâif-i Rivayat adını verdiği eseri Batılı anlamda ilk hikâye örneğidir. Ahmet Midhat Efendi’nin hikâyelerinde meddah tarzında bir anlatım vardır. Her hikâyesini kıssadan hisse çıkacak şekilde yazan Ahmet Midhat Efendi böylelikle toplumu eğitmeyi amaçlamıştır. Basit kurguları ele almış ve geliştirerek adeta bir tekerleme gibi okuyucuya sunmuştur.
Kısa hikâye türünde Sami Paşazade Sezai’nin Küçük Şeyler eseri, modern olarak verilmiş ilk örneklerdendir. Sami Paşazade yazmanın dışında üzerine düşünmüştür de. Zira Küçük Şeyler kitabının önsözünde yazdıkları oldukça önemlidir. Önsözde geçen “Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak şartıyla bir mevzu-i mühim addedilmesin?” sözü ile yazar, en küçük şeylerin bile güzel yazıldığı takdirde en önemli konuları anlatabileceğini ifade etmiştir. Sami Paşazade’nin bu düşüncesi hikâyenin kısa olması gerektiğine bir vurgu olmakla beraber, kısa hikâyenin yazılmaya değer bir tür olduğuna da dikkat çekmektedir. Ayrıca yazar yine Küçük Şeyler’in önsözünde hikâyenin; Divan edebiyatındaki mesnevilerde, halk hikâyelerinde ve geleneksel hikâyelerimizde olduğu gibi çocukça, hatıra gelmeyecek şekilde olmaması gerektiğini savunmuştur. Bunun yanında Sami Paşazade ilgi çekici diyaloglarla giriş yapmış, çözümü ertelemiş, öykünün sonlarını yükselen bir gerilimle planlamış ve çarpıcı bir sonla bitirmiştir. Böylelikle modern öykünün ilk örneğini vermiştir.
Tanzimat Dönemi’nin önemli yazarlarından Nâbızade Nazım da Haspa adlı hikâyesinin önsözünde roman ve kısa hikâye arasındaki farka değinir. Nâbızade Nazım’a göre, “Roman bir vakanın uzun uzadıya anlatılmasıdır. Hikâye ise bir vakanın nakil ve rivayetinden ibarettir. Tafsilâta tahammülü yoktur. Adeta hikâye bir romanın hülâsası demektir. Ne söylenecekse birkaç sayfada söylenip bitirmelidir. Fakat burada marifet hülâsanın canlı noktalarını seçebilmektir.”
Nâbızade Nazım, roman ve kısa hikâye arasındaki farkı uzunluk ve kısalığa bağlamakla beraber, asıl marifetin de o kısalıkta konunun en can alıcı noktalarını seçerek okuyucuya aktarmak olduğunu söylemiştir.
Tanzimat Dönemi’nde kısa hikâye tam anlamıyla bir edebi tür olamamıştır. Zaten kısa hikâyenin tanımında bile ortak bir karar alınamamıştır. Mehmet Rauf bu durumu Bizde Hikâye adlı makalesinde, “… bütün bu bahislerden evvel hikâyenin ne olduğunu söylemeye mecbûriyet görüyorum ve bu beni korkutuyor; zira hikâyenin henüz ne olduğunu bilmiyoruz.”
Servet-i Fünun döneminde Hâlid Ziya Uşaklıgil kısa hikâye alanında ön plana çıkmıştır. Hâlid Ziya kısa hikâyelerini zengin bir üslupla yazmış ve hikâyelerinde halktan kişilere yer vermiştir. Kısa hikâye türünde yükseliş onunla başlamıştır.
Türk edebiyatında kısa hikâye Milli Edebiyat döneminde Ömer Seyfettin ile tam anlamıyla yükselişe geçmiş ve bağımsız bir tür olma özelliği kazanmıştır. Ömer Seyfettin ile kısa hikâye türü olgunluğa sahip olmuştur. Maupassant tarzı olay hikâyesini benimseyen yazar, Türk hikâyeciliğinin Cumhuriyet Dönemi hikâyeciliğine güçlü bir giriş yapmasını sağlamıştır. Günlük hayattaki basit konulardan yakaladığı küçük ayrıntıları başarılı bir şekilde hikâyeye aktarmıştır. Onun bu buluş gücü, realizm anlayışıyla birleşerek klasik hikâyenin ilerleyişi ile bütünlenmiştir. Benimsediği ve geliştirdiği Maupassant tarzı olay hikâyesinden sonra Çehov tarzı durum hikâyesinin de karakter ve portre çizme özelliklerini de başlatmış ve Türk hikâyesinin bir sonraki aşamaya geçişinin yolunu yapmıştır.
Cumhuriyet Dönemi’nde kısa hikâye gelişimini sürdürmüştür. Sait Faik Abasıyanık ve Memduh Şevket Esendal gibi isimler yazdıkları kısa hikâyelerle türün bambaşka bir noktaya gelmesini sağlamışlardır. Bu yazarlar yeni ve modern bir kurgu ile kısa hikâye yazmaya başlayarak kendilerinden önceki yazarlardan farklı olmuşlardır. Çehov tarzı hikâye anlayışını benimsemişlerdir. Büyük olayları pek işlememişlerdir. Bu yazarların başarısı, Türk okuyucusunun da ilgisini kısa hikâye türüne çekmesini sağlamıştır.
1950’li yıllar Türk edebiyatında kısa hikâyenin zirveye çıktığı yıllardır. Kısa hikâyeler ve yazarları çoğalır. Okuyucuların, yayınevlerinin ve medyanın ilgisi onlara yönelir. Dönemin bu ortamından etkilenen farklı türün yazarları bile kısa hikâye yazmaya başlar. Haldun Taner bu konuda şunları söylemiştir:
“Kendimi bambaşka bir mesleğe hazırlamıştım. Hatta şiir yazan, roman yazan arkadaşları bu marazî hassasiyetlerinden ötürü küçümserdim de. Ama kader işte… İlkin Ankara Radyosu’na şakacıktan skeçler gönderdim. Art arda hepsi oynanınca bir de hikâye deneyeyim dedim. Nam-ı müstearla Yedi Gün’e yolladığım bu hikâyeye Sedat Simavi Bey beş lira ücret ve teşvikkâr bir mektupla cevap verince arkası kendiliğinden geldi.”
Türk edebiyatında kısa hikâye türü, tarih içinde büyük bir gelişme göstermiştir. Başlangıçta birbirinden farklı tanımlamalar yapılmış, romanın küçüğü olarak görülmüş olsa da her dönemde muhakkak bir yol kat etmiştir. Gelinen noktada Türk edebiyatında kısa hikâye türü, edebiyatımızın en önemli ve etkili türü olmayı başarmıştır.
Agâh Ensar Can