Uyanması için çalan alarmı her zamanki refleksle hemen kapattı. Uyanma vakti geldi ve o uyandı. Her cumartesi sabahının verdiği alışkanlıkla yatağın diğer ucundaki eşini ve diğer odadaki kızını uyandırmaktan korkan adımlarla banyoya gitti. Elini ve yüzünü yıkadı. Mutfağa geçip bir yumurta kırdı kendine. Keyifli olduğu zamanlarda yaptığı gibi yumurtasına ufak sucuklar attı. Peynir, salam, yeşilbiber, salatalık ve domates ile leziz bir yarım ekmek -ona göre çok lezzetliydi- hazırladı. Bu şekilde dün eve fazla almış olduğu ekmeği değerlendirmiş oldu. Kahvaltısını çaysız -cumartesi günleri sabah çay içmeyi sevmezdi- yaptı. İnce adımlarla yatak odasına döndü. Üniformasını giyindi. Alışkanlıktan çok, bir heves ve sevecenlikle karısını uyandırmaktan çekinen titrek dudaklarıyla onu öptü. Başarmıştı yine. Aynı titrek dudaklar kızını da öptü. Şimdi ise işe gitme vaktiydi. Kapıya doğru yönelmiş adımlarının arasında aniden başında bir ağrı hissetti. Hayret etti, bu duruma. Böyle olmamıştı hiçbir zaman. Başı ağrıyacaksa yatakta iken ağrırdı hep. Bugün farklıydı. Hayır. Başındaki ağrının halen geçmemiş olan uyku mahmurluğundan kaynaklandığına kanaat getirdi. Fakat onun bu ağrıyı düşünecek zamanı yoktu. Geç kalmamak için düzeninde bir aksilik olmaması gerekliydi. Anahtarları aldı ve kapıyı ardından kapadı.
Sabahın ilk ışıklarının ulaşamadığı uzun ince koridor, salona düşen ışıkların gölgeleriyle aydınlanmaya çalışıyordu. Yeni yeni uyanan duvarlarla loş haliyle koridor, suskunluğa gömüldü. Telaşla tekrar açıldı, kapanmış kapı. Sersemlik üstünden kalkmamıştı. Ona sorsanız başka türlü açıklayamazdı maske çantasını unutmasını. Çantayı açtı, iş maskesini –kendisi karakol komiseri idi- taktı. Bu maskeyi karakol girişinde, karakola girerken takmalıydı ama bu sefer öyle yapmayı uygun gördü. Sevecen, yumuşak ve insana daima samimiyet veren yüzü gerindi, gerindi. Çehre yerini sert ve acımasız bakışlı ve ürkünç bir simaya bıraktı. Aynada kendine baktı ve memnun oldu. Şimdi tam olmuştu, gidebilirdi. Kapıyı tekrar kapadı. Merdivenlerden üç kat aşağıya inmeye koyuldu, ağır adımlarla. Merdivenler bitip apartmanın girişine vardığı vakit yanında bir sesle irkildi. “Günaydın, komiser amca!” dedi peltek sesi ve gülümseyen bakışıyla, bir çocuk. Bu bir çocuk değildi. Karşı komşunun oğlu Cengiz’di. Fatih afalladı. Şaşkınlık içine düştü. Nasıl oldu da çocuğu dibine kadar sokulmadan önce fark edememişti? Komşuluk maskesini takmaya geç kalmıştı. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemedi. Çocuğun selamını duymazlıktan geldi. Apartmandan çıktığında uyku sersemliğini ve dalgınlığını bahane ederek çocuğu duyamadığına kendini ikna etti. Bu şekilde bir sonraki karşılaşmada bu an hatırlatılacak olunursa cevabı hazır olmuş oldu. Yoluna devam etti.
Arabasının yanına geldiğinde, bu dalgın haliyle araba kullanmasının bir karakol komiserine yakışmayacağını düşündü. Bu düşüncesinden memnun olup yürümeyle on beş dakika süren yolculuğa ilk adımını attı. Dalgın dalgın yürümeyi severdi üstelik. Yolculuk süresince tanıdıklarla karşılaşma, selamlaşma ihtimaline karşılık ahbaplık maskesini hazırda tuttu. Hata denilen şey bir kere yapılırdı çünkü.
Yolun iki tarafındaki dükkânların ipe dizilmiş inciler gibi yan yana sıralandığı arabalara yasak yoldan üniformasının kendisine kattığı vakur bir edayla dalgın ve ağır ilerliyordu. Ayağı yerinden çıkmış bir kaldırım taşının kenarına takıldı. Yere kapaklanmaktan son anda kurtuldu. Lanetler savurdu içinden. Fakat bozuntuya vermeden devam etmeliydi yoluna. Öyle de yaptı. Yoluna devam etti.
İleride yol ayrımına geldiğinde sağ yoldan devam etti. Bu yolda devam ederek trafik akışının hızla aktığı yola vardı. Yayalar için yapılmış kaldırım burada daracıktı. İki kişi yan yana yürüyemezdi bu kaldırımda. Bu yolu değil, diğer yolu kullanmasının doğruluğu gözünün önüne geldi. Fakat geri dönmeyi gururuna yediremedi. Kendisine kızdı. Bu yoldan dalgın yürüyemezdi. Bunun bilinciyle dikkatli olması gerektiğini düşündü. Kafasını kaldırdı. Yürüdüğü kaldırımın yanında bulunan harabe evin artık orada olmadığını farkına vardı. Hayret etti. Ne ara yıkılmıştı da inşaat başlamıştı. “İnşaat sektörü de ne hızlı ama!” diye geçirdi içinden, şaşkınca. Bu yolda dalgın yürümediği için ilerideki çukuru gördü. Dubaları devrilmişti çukurun. Ayağının ucuna gelen bir dubaya tekme savurdu. “Lanet herifler, daracık yola bir de çukur kazmışlar!” diye söylendi yüksek sesle, öfkesi artmıştı. Yoluna devam etti.
Karakolun sokağına varmıştı ki sokağın girişinde sağ taraftaki sıralanmış apartmanların ilkinin bodrumunda bulunan tekstil atölyesinden atölyenin sahibinin sesini işitti. Tekstil atölyesine inen merdivenlerden aşağıya doğru bakındı. Aşağıdaki adam elinde bir süpürge ile bir kediyi kovmaya çalışıyordu. “Hayrola İsmail, ne böyle celallenmişsin?” dedi, alay bulaşan ses tonuyla Fatih. İsmail, kendisine bakan sevimli yeşil gözleriyle siyah renkli kediyi başından atmakla uğraşırken kendisiyle alaylı konuşan komiserle sinirli olmasına rağmen alttan alan ses tonuyla konuştu. “Dalga geçmeyin komiserim! Gelme, git diyorum anlamıyor! Kovuyorum yine gitmiyor! Bir de dükkânın merdivenlerinde doğum yapmış, başımıza kaldı iyice!” Fatih’in bu manzara karşısında keyfi artmıştı. Sabah başına gelenler unutmuş olmalıydı çünkü onların sıktığı değerli canını şimdi keyiflendiriyordu. “İsmail, kim bilir belki de dükkânın bereketini artırır, bebekleriyle! Ha hah ha” tüm gücüyle kahkaha atmıştı Fatih. “Uğursuz kedinin bereketi mi olurmuş komiserim, etme eyleme! Kışt ulan kışt!” diye bağırdı İsmail. Kediyi süpürgeyle merdivenlerden yukarı doğru sürüklemeye çalışıyordu. Fatih, kendisine eğlenceli gelen bu sahneyi seyrederken kol saatine baktı. Mesai saati başlamıştı onun için. Geç kalmıştı. Acele bir “Haydi kolay gelsin!” deyiverip karakola doğru kısa fakat sık adımlar atarak yoluna devam etti. Karakola girmeden önce iş maskesinin yüzünde olup olmadığını kontrol etmeyi de ihmal etmedi.
Fatih, karakola girdiğinde içeride ufak bir telaşın dolaştığını sezdi. Bir hareketlilik vardı. İlerledi. Yazı makinesinin önünde acele etmeye çalışan sabırsız bir genç polis memuru vardı. “Cevdet!” diye seslendi. “Cevdet, hayırdır oğlum bu ne telaş!” dedi, meraklı gözlerle. Komiseri görünce alışkanlık da olsa içten bir gülümseyiş belirdi, Cevdet’in pembe dudaklarında. “Hoş geldiniz komiserim! Ahlak polisi gece operasyonu yapmış. Diğer karakolun nezareti dolunca tutukluların kalan kısmını bize naklettiler, sabahleyin.” dedi ince sesiyle. “İyi, tamam ben odamdayım. Kolay gelsin.” diye karşılık verdi Fatih gür sesiyle. Adımlarını merdivene yöneltti. Bir, iki derken birden merdivenin ortasında duruverdi Fatih. Aşağıya, nezarete inen merdivenlere baktı. Nedenini bilmediği his onu aşağıya sürüklemeye çalışıyordu. Başının ağrısı geçeli çok olmuştu. Uyku mahmurluğu da kalkmıştı üstünden. Bu isteği duymasına neden olan şey neydi acaba? Bir duygu, bir merak, bir üstün olma arzusu mu? Nedenini bilmese de bu hisse uydu. Sürüklendi. Nezaret bölümünün önüne geldiğinde kulakları çoktan birbirine karışmış yüksek ayardaki seslere boğulmuştu. Nezarete göz gezdirdi. Erkeklerin bulunduğu bölüm hep aynıydı. İsimler, çehreler ve yaşlar değişirdi ama tavırlar ve sözler hep aynı kalırdı. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” Sözünü ceplerinde taşırlardı bu gibiler. Yerinde duramaz daracık yerde volta atar, yaptığından asla pişman olmazlardı. Onların başında bekleyen nöbetçi polisler, alışmıştı onların tavırlarına, nağmelerine. Ne akılda ne yürekte bir his uyandırırlar, ne de bir iz bırakırlar, silinip giderlerdi, çıktıkları an buradan. Fatih, kadınların tarafına kaydırdı bakışlarını. Arayan gözlerle bakıyordu. Onu buraya çeken his, onu mutlaka bir sebepten buraya çekmişti. O sebebi arıyor olmalıydı şüphesiz. Nezaretteki kadınlar da her zamanki gibiydiler. İş maskelerinin onlara verdiği utanmazlık, hayâsızlık tavırlarıyla dört dönüyorlardı. Ağızlarında sakız sözcüklerle, kendilerini inandırdıkları masumluklarına kendilerini dinlemeyi çoktan bırakmışlara anlatıyorlardı. Bu alışagelmiş sahnenin içinde ne aradığını sordu Fatih kendi kendine. Kızdı kendisine Fatih. Bu iğrenç sahneden bir tiksinti duydu. Ne diye gelmişti sanki. Buradan gitmeye yeltendiği an ayakta dolanan kadınların arasından nezaretin bir köşesinde oturmuş duran bir kız gördü. Kızdı o daha gencecik. Uzun, lüle lüle kahverengi saçları, beyaz teni, zarif ve incecik bedeniyle ürkek bir halde nezaretin bir köşesine sinmişti. Fatih’in gözleri o kızda takılı kaldı. Ona baktıkça onu daha çok yakın hissediyordu kendisine. Kız, iş elbisesinden açık kalan kısımlarını acemice kollarıyla örtmeye çalışıyor, beceriksiz hareketlerle iş elbisesini çekiştiriyordu. Utanıyor muydu? Utanıyorsa neden bu mesleği yapıyordu? Kız tecrübesizdi. Yeniydi bu meslekte. İş maskesi yüzüne tam oturmamıştı. O nedenle utanıyor, sıkılıyor, kendisini suçlu hissediyordu. Fakat zamanla onun maskesi de oturacaktı yüzüne. O gün geldiğinde böyle bir köşede oturmayacak, yerinde duramayan ablaları gibi yerinde duramayacaktı. Utanmaz bir tavırla suçsuzluğuna inanmış sözlerini haykıracaktı. Fatih, gözlerini dikmiş kıza bakarken kızın, sönük, utangaç, ürkek ve mahzun bakışı Fatih’in bakışına denk geldi. Fatih yüreğine bir hançer saplanmış gibi hissetti. Ne vardı bu kızda? Farkına vardı sonunda. Ne kadar kızına benziyordu. Onu anımsatıyordu. Bu tanıdık bakışa ve çehreye daha yakın olma ateşi düştü yüreğine. Ona, nezarete doğru iki adım attı. Tuttu kendini daha ileri gitmemek için. Yutkundu. Ağzını sıkıca kapadı. Kızım diye bağırmamak için sözcükleri yuttu. Sarılıp koklamamak için kendisini zor zapt etti. Ne olmuştu ona? Kendisine, bir karakol komiserine yakışmayan hareketlerdi bunlar. İş maskesi yüzünden sıyrılmış yerini baba maskesi almıştı. Sert, kararlı, korkusuz bakışları gücünü kaybetmişti. Gergin, gülümseme bilmeyen yüzü yumuşamış sevgi ve endişe ile dolmuştu, o an. Fatih kendine geldi. İş maskesini yüzüne iyice yerleştirdi. O bakışı bir daha görmemek için koşar adımlarla odasına gitti.
İki saat sonra Fatih’in odasının kapısı çalındı. İçeri giren Cevdet, nezarettekilerin işlemlerinin tamamlandığını haber verdi. “İyi tamam!” dedi azarlar bir tonda Fatih. Böylece iki saat önce yapmış olduğu hatanın faturasını Cevdet’e kesmiş oldu. İki saat geçmişti üstünden ama o hâlâ hayıflanmaya, kendine kızmaya devam ediyordu. Kendisine olan öfkesi geçmemişti henüz. Fakat olayın teferruatları çoktan silinmeye başlamıştı belleğinden. Bunu nasıl yaptığını düşünüyordu? Bu yaşına kadar hep maskeleri yerli yerinde idi. Bir maskesi ilk kez kendi isteği dışında düşmüştü yüzünden. Bu yaşanmışlık ona daha dikkatli olması gerektiğini kabul ettirdi.
Elinde suçunun bedelini ödediğini kanıtlayan kâğıtla karakoldan çıktı. Karakolun önündü nereye gideceğini düşündü. Eve gitmeye karar verdiği an, henüz yüzüne oturmamış iş maskesini fırlatıp attı. Kısa fakat sık adımlarla yürümeye başladı. Sokağın sonuna vardığında bir adamın bir kediyi tekmelediğini gördü. “Ne yapıyorsunuz?” diye küçük bir çığlık attı. İsmail, bu çığlıktan ürktü. Suçunu örtmeye çalışan bir çocuk gibi bahanesini ortaya attı. “Kovuyorum ama gitmiyor ki! Bebeklerini de başıma getirmiş! İstemiyorum, bakmak zorunda mıyım?” O, İsmail’in son cümlesini duymamıştı. O anda İsmail’in işaret ettiği kutuya bakıyordu. Omuz silkti ve “Tamam!” dedi. Kutuya doğru yöneldi ki anne kedi annelik koruma içgüdüsüyle onun önünü kesti. Asi ve saldırgan bakışlarıyla sivri dişlerini gösterdi. O ise yumuşak ve içten bir samimiyetle anne kediye yaklaştı. Sevdi, okşadı anne kediyi. Bu sevgi gösterisi anne kedinin ona temkinli olsa güvenmesine yardımcı oldu. O, anne kediyi yavrularının yanına koydu. Kutuyu eline aldı ve yoluna devam etti. Araçların hızla geçip gittiği dar kaldırımlı geniş yola geldiğinde karşı kaldırımda yaşlı bir kadının yardım dilenircesine etrafına bakındığını gördü. Hızla geçen araçları umursamadan yaya şeridini kullanarak karşıya geçti. Yaşlı kadına nasıl yardımcı olabileceğini sordu. Karşıya geçmek! Bir kolunda kutu bir kolunda yaşlı kadın tekrardan karşıya geçti. Karşıya geçtikleri vakit yaşlı kadın ona teşekkür etti. Yaşlı kadın ara sokağa girdi. O da yoluna devam etmeliydi. Dar kaldırımlı yolu yarıladığında önünde dubaları devrilmiş bir çukur buldu. Burada rüzgâr sert esiyordu. Dubaların desteksiz ayakta durması mümkün değildi. Etrafına baktı. İleride kaldırımın yanında inşaattan atılmış taşlar vardı. Onları aldı. Taşları, dubaların rüzgârdan düşmeyecek şekilde dubalara yerleştirdi. Yolunu devam etti. Dükkânların yan yana sıralandığı yola girdiğinde üstündeki iş kıyafetinden dolayı çokça utandı. Başını eğdi. Yolda ilerlerken bir taşa takıldı. Düşmekten son anda kurtuldu. Fakat o kendisinden çok elindeki kutunun içerisinde bulunanları düşünmüştü. Etrafındaki insanların insanda tiksinme uyandıran bakılarına ya da aptalca gülüşlerini önemsemedi. Kendini az kala düşürecek olan o taşa baktı. Ayağının topuğuyla taşın yerinden dışarı fırlamış kısmana vurdu. Taş hemen yerine oturdu. Ne kadar kolaymış. O, yoluna devam etti. Evinin bulunduğu sokağın girişinde kendine doğru gelen topa gelişigüzel vurdu. Cengiz tam ulaşamasa da onun topun peşinde koşma işini kısaltmış oldu. Cengiz onu elinde kutuyla görünce meraklandı. Sordu, görmek istedi. Anne kedi Cengiz’in onlara dokunmasına izin veremedi. Cengiz üzüldü. O, Cengiz’in başını okşadı. Üzülmemesini tembihledi. Yarın elleyebileceğine dair söz verdi ve yoluna devam etti. Oturduğu apartmana girdi. Ses çıkarmayan adımlarla apartman girişinden ilerledi. Merdivenlerden aşağıya, yaşadığı eve indi.
SABAHATTİN ORHAN