Edebiyat ve Sinema Arasındaki İlişki

Sinema 1895 yılında Paris’te “Trenin Gara Girişi” gibi hayatımıza girmeyi başardı. Sinema ilk eserini verdiğinde sinema ile ilk kez karşılaşan seyirciler gözlerine inanamadı ve sinemayı sihirbazlık yapmakla suçladılar, ona “büyülü perde” adını taktılar. 19 yüzyılda ortaya çıkan sinema çok hızlı bir şekilde gelişti. Sanki emeklemeden koşmaya başlamıştı. Sinema gelişimini sürdürürken ona verilen adlar da artmaya başladı. Fakat bunlardan en değerlisi hiç şüphesiz onun sanat olarak görülmesiydi. Sinema böylece en yeni sanat olmayı başarmış ve 7. Sanat unvanını elde etmişti.

 Sinema sanatı kendisinden önce gelmiş altı sanatın bazı özelliklerinin birleşmesinden oluşmuş olmasıyla birlikte her zaman bu sanatlarla ilişki içerisinde olmuştur. Sinema sanatı diğer sanatlarla arasındaki en sağlam bağını şüphesiz edebiyat sanatı ile kurmuştur. Edebiyat sanatının deneme, şiir, destan, roman, hikâye gibi neredeyse her türüyle sinema sanatı oldukça yakından ilgilenmiştir. Çünkü iki sanatın da temelinde “öykü anlatma” vardır. Bu nedenle bu ilişki zamanla bir nevi ortaklığa dönüşmüştür. Birbirilerini etkileyen ve birbirlerinden etkilenen bu iki sanatın kurduğu bu bağ gün geçtikçe daha da kuvvetlenmektedir.

 Günümüzde bu iki sanatın en çok ürettiği ortak eserin, “romandan film üretme” olduğunu görüyoruz. Bu nedenle de biz bugün “Sinema sanatı ve Edebiyat ile İlişkisi”ni bazı yönleri ön planda tutarak, ortak yönlerini karşılaştırarak anlatmayı çalışırken roman ve film türlerinin üzerinden bunu deneyeceğiz.

Anlatıcı,

 Roman anlatıcıdan oluşur. Bir anlatıcı vardır romanda. Anlatıcı olmadan roman olmaz, olana da roman denmez. Anlatıcı romanın hikâyesini okura anlatır. Bazen okura olanları, olacakları, her şeyi anlatıverir. Bazen bazı şeyleri saklar, bazen de birden fazla anlama gelecek cümleleriyle okuyucuyu yanıltır. Anlatıcı hikâyesindeki her şeyi bilir, farkındadır ve ona göre hareket eder. Bu özellikler “tanrısal anlatıcı” ile yazılan bir roman için geçerliliğini korur. “Birinci tekil şahıs (kahraman) anlatıcı” ve “gözlemci anlatıcı” ile romanını anlatan anlatıcı, tanrısal anlatıcıdaki bazı özelliklerini kaybeder. Oysa sinema sanatındaki anlatıcı bambaşkadır. Filmde anlatıcı rolünü ses, müzik, dekor, oyuncu, ışık, kurgu, kamera hareketleri, kısacası görsel ve işitsel teknikler üstlenir.  Sinema ana karakterinin, kahramanının, hal ve hareketleri ile anlatmaya çalışır, kahramanının psikolojisini, ruh halini. Ancak bu yeterli midir? Sinemacılar, yetersiz olduğunu düşünmüşler ki bazı kaçamak yollara başvurmuşlar, eksikliği kapatabilmek için. Bunlardan biri kameranın çerçevesi dışından gelen seslerdir ve o sesler filmin kahramanı tanıtabilir, ruh halini anlatabilir bize kolayca. Öteki ise iç konuşma yöntemidir ki bu yöntemle kahramanının aklından geçenleri izleyiciye rahatça aktarabilir.

 Anlatıcı konusunda sinemanın zayıf yönü ise anlatıcı kişidir. Romanlarda, özellikle modern romanlarda, en çok kullanılan anlatım tekniği birinci şahıs anlatıcı tekniğidir. Sinema sanatında bu anlatıcı tekniği ile öyküsünü anlatmış tek film, Robert Montgomery’nin 1947 yapımı “Lady in the Lake (Göldeki Kadın)” filmidir. Filmin tamamı ana karakterin bakışı ile çekilmiştir ve yalnızca ana karakterin gördüğü izleyiciye gösterilmiştir. Öyle ki izleyiciler ana karakteri görmek için onun aynaya bakmasını beklemek zorunda kalmıştır. Film bu özelliğiyle eleştirmenleri pek memnun etmemiştir. 

Kullanılan dil,

 Roman yazı dili, sinema ise sözlü dili kullanır. Yazı dili; özenli olması, zengin kelime dağarcığı, deyiş biçimleri yönünden sözlü dilden farklılık gösterir. Sözlü dilin cümleleri gelişigüzeldir. Kelime dağarcığı ise oldukça dardır. Buna rağmen sözlü dil, ses tamlamaları etkisiyle canlı bir dile sahiptir. Bazen roman yazarının diyalog ve bölgesel ağız vasıtasıyla yazılı dili bozarak romanın dilini canlı tutmayı çalıştığı da görülür.

 Sözlü ve yazılı dilin farkı nedeniyle sinema, edebi eserden uyarlama yaparken yazılı dili sözlü dile dönüştürmek zorunda kalır.  Bu dönüşüm dikkatli davranılarak çevrilmezse romanın özü kaybolmaya mahkumdur.

Hayal gücü,    

 Kimilerinin edebiyat ve sinemanın ortaklığına, ortak eserlerine en büyük karşı çıkış nedenin başında gelir hayal gücü. Sinema – Edebiyat ortaklığında başlangıçtan bu yana bitmez tükenmez bir tartışma ortamında, bu ortaklığı istemeyenlerin en büyük kozu olmayı hiçbir zaman kaybetmemiştir hayal gücü. Zira roman sayfaları arasında yazarın hayal edişi sonucu betimlenen kahramanlar, okuyucunun hayal gücüyle tamamlanır. Bununla beraber her okuyucunun hayal gücüne bağlı olarak sınırsız dış görünüşe sahip olmaktadır roman kahramanı. Fakat sinemada, görüntü dilinde iş başkadır. Her kahramanı canlandıran bir oyuncu mevcuttur ve bu durum karakterin tek bir dış görünüşe sahip olmasına neden olur. Her okuyucunun hayal gücüne karşı izleyicinin hayal gücü elinden alınmış, yok edilmiş oluyor. Bir izleyici sinemadan sonra uyarlanan filmin romanını okumak istediğinde artık onun zihninde hayal gücünün ürünleri değil sinemanın ona sunmuş olduğu görüntüler peyda olur. Bu durum sinema-edebiyat ortaklığı için gerçekten de can sıkıcı bir noktadır. Üstelik önce romanı okuyup ardından romandan uyarlanan filmi izleyen bir okurun da hayal gücüne gem vurulduğu bir gerçektir.           

Bireysel değil, ekip işi,

 Roman- edebi eser- tek bir kişi tarafından üretilir ve onun eseridir. Onun fikirlerini, düşlerini, düşüncelerini yansıtır. Her yönüyle bir aklın ürünüdür. Sinema ise ekip işidir. Bir ekip çalışmasının eseridir. Ekipteki her bireyin farklı düşünceleri, fikirleri ile oluşur ve ekibin ortak ürünü olur. Aynı zamanda sinema ekip işi olması ile pahalı bir sanat olmaktadır.  

Romanı uyarlama,

 Sinemanın ekip işi olduğunu dile getirdik. Bu ekip çalışmasının en önemli kısmı ise senaryo kısmıdır. Senaryo, sinema diline uygun şekilde oluşturulan “özgün senaryo” ve “edebi eserden dönüştürülen uyarlama”  olmak üzere iki şekilde elde edilir.  Romanı- edebi eseri- farklı şekillerle senaryolaştırmak mümkündür. Türk sinemasında uyarlamalar, “gerçek uyarlamalar”, “Türkçeleştirilen konular” ve “yerlileştirilen konular” olmak üzere üçe ayrılır.

Uyarlama değil dönüştürme,

 ve metnin anlamı,

 Romandan senaryoya dönüştürmek istenilen edebi metinlerin uyarlama yapılarak elde edildiğini söyledim. Uyarlama kavramı ise “edebi metni okuma”, “yazılı dili görsel dile çevirme” ve “metni yorumlama” aşamalarından oluşur.

 Metni okuma, metnin anlamını bulma işidir. Fakat metnin anlamı nedir? “Yazarın zihninde olan ve anlatmak istediği”, “eser metninin ne anlattığı” ve son olarak “okurun ne anladığı” metnin anlamını belirleyen faktörlerdir. Bu faktörlerden hangisi ağır basıyorsa metnin anlamının orada olduğu kabul edilir.

 Hâlbuki eserin “gerçek anlamı” konusu da ayrı bir tartışma sebebidir. Bu konu hakkında söz söyleyenlerin bazıları metnin anlamının yazarın zihninde, onun anlatmak istediğinde olduğunu bazıları metnin yazıldıktan itibaren yazarından bağımsız olduğunu ve bunun neticesinde de metnin anlamının metnin kendisinde olduğunu,  bazıları da okurun metinden anladıklarının, metinden çıkardıklarının anlamın metnin anlamı olduğunu ileri sürmüşlerdir.

 Bu konuşanlara göre anlam; “yazar-okur-metin” ilişkisi içerisinde saklıdır. Onlar hiçbir uyarlamanın bu ilişkiye sadık kalacağını düşünmemekteler. Bu nedenle edebi eseri senaryolaştırmasına “uyarlama” değil “dönüştürme” denilmesi gerektiğini savunurlar.

Zaman,

Zaman, roman ve film için birden fazla anlam ifade eder. Romanın veya filmin öyküsü söz konusu olduğunda roman sınırsız hayal gücü ve dünyasıyla zamanı istediği gibi eğer büker. Yazar, bir anda kahramanının gençlik, çocukluk, bebeklik zamanına götürebilir okuru. Daha ileri gidip kahramanının ölümünü dahi ilan edebilir. Filmde zaman şimdiki zamandır. Yönetmen geriye dönüşler ve ileri sıçramalarla romanın bu özelliğini filme sokabilir. İkinci zaman kavramıysa romanın okunma süresi ya da filmin başlangıç-bitiş süresidir. Romanın sayfa sınırı olmaması, roman yazarına çok büyük bir özgürlük tanır. Kahramanının yaşantısını bütün ayrıntılarıyla anlatabilme imkanı vardır elinde. Fakat filmin bir süresi vardır. Ne kadar esnek olsa da bu sürenin bir sınırı vardır. Hiçbir seyirci altı saatlik bir filmi izlemez mesela. Bu nedenle filmin yönetmeni zamanı tasarruflu kullanmalıdır ve anlatmak istediğini her zaman dolaylı yollarla anlatabilme şansına sahip değildir. Bu durum yönetmenin elini ve hayalini zayıflatır.  

Sayfalardan dakikalara,

 Uyarlama olanaklarının sınırlılığı, sinemadaki zaman kısıtlaması, dönüştürülen edebi eserden bazı bölümlerin ve karakterlerin çıkarılmasına neden olur.

 Edebi eserlerde sayfa, zaman, hayal gücü sınırlaması yoktur. Fakat sinema sanatı her ne kadar gelişmiş ve gelişmeye devam ediyor da olsa zaman ve imkan başta olmak üzere bazı sınırlılıkları mevcuttur. Bu durumda romanın öyküsünde geçenlerin hepsinin beyaz perdeye aktarılması mümkün olmuyor. Bunun neticesinde bazı eksilmeler yapılmak zorunda kalınır. 

Temel eksilti,

 Temel eksilti, edebi eserlerde ve sinema sanatında kullanılan bir özelliktir. Romanda “her an” anlatılmaz. Yazar, öyküsünü anlatırken kahramanının her anını anlatmaz ve gereksiz ayrıntılardan okuyucuyu uzak tutar. Yazar, eserinde yazmadığı kısımları eseri okuyan okurun zihinde tamamlamasını bekler. Bu sayede eserinin gereksiz ayrıntılarla boğulmasının önüne geçmiş olur. Kimi zaman da yazar romanda gerilim sağlayabilmek ve okurda merak uyandırmak adına kahramanının bazı davranışlarını, düşüncelerini okuyucuyla paylaşmaz. Bu durum sinema sanatında da aynıdır. Sinema eserinin öyküsünün her anı verilmez ve bazı gereksiz ayrıntıları, seyircinin zihninde tamamlaması beklenir. Bazı parçalar ve anlar bilinçli olarak atlanır.  Bu durum, romanda olduğu gibi, seyircinin merakını uyandırdığı gibi filmdeki gerilimi de sağlar.

 Soyut ve somut,

 Romanı oluşturan kelimeler somut bir varlığı gösteriyor olsa dahi soyuttur.  Sinemayı oluşturan görüntüler ise somuttur. Romanda bir eşya, bir hayvan, bir bitki sayfalarca anlatılabilir, betimlenebilir. Sinema da ise bir görüntü ile her şey anlatıverilir. Yazarın eşyaya, hayvana ya da bitkiye yüklediği sıfatlar ise sinemada açı, ışık ile seyirciye verilmeye çalışılır. Yönetmenin bir kelimenin ortaya koyduğu soyut anlamın gücünü verebilmesi için birçok tekniğe başvurması gerekebilir.

Karakter ve tip,

 Romanda sayfa ve zaman sınırının olmamasının getirdiği özgürlükle yazar, karakter üretmek konusunda cömert davranabilir. Yazar önemsiz bir karakter, romanda sadece bir kere geçecek bir karakter hakkında bile sayfalar doldurabilir, onu ve hatta hikâyesini anlatabilir. Lakin sinemada bu pek mümkün değildir.  Bu nedenle sinema, edebi eserin önemli karakterlerini belirler ve onlar üzerine yoğunlaşır.

 Türk sinemasında başlangıçtan 1980’lere kadar ilk Türk öykü ve romanlarında olduğu gibi, karakterden çok tiplere yer verir. Bu durumun oluşmasındaki en büyük sebep Yeşilçam’da “jön” olarak kabul gören sanatçıların kendilerini seyirciye sevdirdikleri “tip”in dışına çıkmamalarıdır. Sanatçının imajını korumak istemesi ve özellikle yapımcıların bu durumdan bir hayli memnun olmaları Türk sinemasında uzun yıllar “karakter”ler yerine “tip”leri görmemizin nedenlerindendir.

 Roman filme aktarılırken karakterlerin tipe dönüşmemiş veya dönüştürülmemiş olması gerekir. Zira romanlarda çoğu karakterin bir derinliği vardır. Yazarlar karakterler üzerinden okuyucuya mesajlar vermiş olabilir.

Tema,

  Sinema ve romanda temaya geçmeden önce sürekli birbirine karıştırılan “tema”nın ve “konu”nun tanımlarını yapalım:   

 Bir yazın ya da sanat yapıtında işlenen, geliştirilen konunun anlamca ortaya koyduğu ana yönelime “tema” denir. Konu ise konuşmada, yazıda, yapıtta ele alınan, işlenen düşünce, olay ya da durum için kullanılan kavramdır. Yani tema konuya göre daha genel bir bakış açısıyla belirlenen içerik ögesidir. Bir metnin teması acı olabilirken konusu da aşk acısı olabilir.

 Edebi veya sinema eserinin de mutlak bir teması vardır.  Yazar edebi eserini oluştururken temasını anlatmak için aceleci davranmaz. Yazar, eserinin üzerinde oluşturmak istediği temayı eserinin içine ilmik ilmik dokuyabilir. Sembolik ve örtük anlamlarla dahi temasını anlatma yoluna gidebilir. Fakat bu durum film için pek mümkün olmamaktadır. Zira sinemada tema, sinema eserinin öyküsüne hizmet eder, onu geliştirir.

Sinemanın ihtiyacı,

 Sinema sanatına, edebiyattan ilk uyarlama 1902 senesinde Georges Méliès tarafından çekilen “Aya Yolculuk” filmidir. Bu film aynı zamanda ilk bilim-kurgu filmi olarak da adını tarihe yazdırmıştır.

 Türk sinemasında edebiyattan uyarlanan ilk eser 1919 senesinde çekilen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mürebbiye adlı romanıdır. Bu film aynı zamanda sansürlenen ilk Türk filmi olarak da tarihteki yerini almıştır.

 Sinema sanatı neden edebiyat sanatına başvurur? Mecbur mudur? İhtiyacı mı vardır yoksa?

 Sinemanın edebiyat eserine olan ihtiyacının başlıca nedenleri, ticari kaygılar ve senaryo kıtlığı olarak gösterilir. Çok okunan bir edebiyat eserinden uyarlanan sinema eserine “gişe garantili” gözüyle bakılarak izleyici bulacağının düşünülmesi edebiyat eserlerinden uyarlamaların yapılmasında etkili olmuştur.

 1895 senesinde ilk eserini ortaya koyan sinema sanatının özelliklerinin tam keşfedilmemiş olması ve teknolojiyle olan bağıyla birlikte hızla gelişimine devam etmesine, bu işte usta olan senaryo yazarlarının yeteri kadar mevcut olmaması faktörü de eklenmiştir. Bu faktörler ise sinema sanatında usta senaryo yazarlarının filmlerin üretim hızına yetişememesine neden olmuştur. Bu neden oluşla birlikte sinema sanatı edebiyat sanatına kapılarını açmıştır.

 Aynı zamanda daha yeni ortaya çıkan ve emekleme aşamasında olan bir sanatın, dönemin çok ilgi gösterilen bir sanatıyla birleştirilmiş olması sinema sanatına olan ilgiyi arttırmak, izleyici kazanma çabası olarak da görülmektedir.

Ekonomik neden,

 Türk sinemasında ilk uyarlanan eserler “klasik eser” dediğimiz derin anlamlara sahip eserler olmamıştır. Bunun başlıca nedeni “çok okunan çok satar” anlayışının hüküm sürmesidir. Bu nedenle yönelim popüler romanlara olmuştur.

 Kabul edilmesi gereken bir gerçek de sinema sanatının en pahalı sanat olması ve bu işi yapanların ortaya koydukları parayı kaybetmek istememesi ve hatta fazlaca kâr etmek arzusuyla hareket etmesi yani sinemayı “sanat” olarak değil “yatırım” olarak görmesi gösterilebilir.

 Filme uyarlanmış bir romanın filme uyarlandıktan sonra satışlarının arttığı da göz ardı edilmeyecek bir diğer gerçektir.

Okumak mı izlemek mi,

 Popüler romanların uyarlamalarının ticari getirisini bir kenara bırakıp bu konuya seyirci açısından bakmayı deneyelim. Zira günümüzde neredeyse her romanın filminin yapılmış ve yapılıyor olması, birçok tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Bunlardan biri de okumak mı izlemek mi, sorusudur.

 Seyirci bu dönüşümü nasıl buluyor? Okumak mı izlemek mi daha zahmetsiz ve daha az zamanı kapsar?

 Ne yazık ki kolaya kaçan seyirciler artık bir kitabı okumak yerine o kitaptan uyarlanmış filmi izlemeyi tercih etmektedirler. Hâlbuki filmin zamanı sınırlıdır ve film akıp giderken filmi pürdikkat izlemek olanaksızdır. Oysa kitap okurken istediğimiz yerde durabilir, önceki sayfalara dönüp bakabilir, istediğimiz yerde bırakarak başka bir zaman okumaya devam edebiliriz. Yazarın yaptığı göndermeleri, sembolik ve örtük anlamları film ile kıyasla daha iyi görebiliriz. Ayrıca roman okuruna düşünme imkanı tanımaktadır. 

 Gerçi bir filmi sinema salonunda izlemiyorsak roman için saydığımız bu özelliklere film de sahip olabilir. Her ne kadar film kitabın bu özelliklerine sahip olsa da kitap başka bir dünyadır, film başka bir dünya. 

“Hiç okumadan sadece dizi izleyerek kültür oluşabilir mi?” adlı yazısında Mehmet Barlas, kitap okumak yerine romanın filminin çıkmasını bekleyenlerden söz ederek bu durumu “kitapsız edebiyat” olarak niteler ve okumanın farklı bir şey olduğunu vurgular.

“Okumak, akılda kalması gereken bölümleri süzmek ve bütünü yorumlamak gibi beynin çalışmasını gerektiren faaliyeti, bir senariste ve bir yönetmene bırakmak, herhalde çok parlak bir konum değildir.

 Selim İleri’nin nitelediği şekliyle  “Günümüzün aylak okuryazarı” maalesef okumaktan çok izlemeyi tercih etmektedir.

Sonuç olarak,

 Edebiyat-Sinema ilişkisi, sinema sanatının daha fazla kazandığı bir ortaklıktır. Günümüz teknolojisinin ve imkanlarının sinema sanatına getirileri günbegün ortada. Modern dünyada sözcüklerle anlatılan “dil”in yavaş yavaş görsel(görüntü) ile anlatılmaya başlanması ise en yeni sanat olan sinemanın durdurulmaz gerçeğinin bir kanıtıdır. Bu ortaklığın nedeni; ister senaryo kıtlığı, ister gişe garantisi olsun, sonuç olarak edebiyat ve sinema işbirliğinin en kuvvetli şekilde ilerlemeye devam ettiği ve edeceği gerçeğini değiştirmez.

Eyüp Saka

KAYNAKÇA:

BARLAS, Mehmet, “Hiç Okumadan Sadece Dizi İzleyerek Kültür Oluşabilir mi?”, Sabah Gazetesi, s.6, 2008

KALE, Özlem, “Edebiyat Sinema İlişkisi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 3/14, 2010

MORAN, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştirisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018

YÜCE, Tuncay,  “Sinema ve Edebiyat Türleri Arasında Görülen Etkileşimler”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C.1,  S.2, 2005, s. 67-74, 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.