Çok geç tanıdım Nudiye’yi. Şans eseri, bir İstanbul günü, bir bilet aldım şehrin en ucuz tiyatrosuna ve geçip arkadaki turuncu koltuklardan birine salıverdim kendimi. Ne bir öneri ne bir istek, şansımıza sahnede tabutlu falan bir oyun vardı işte. Işıklar söndü, anons yapıldı. Kadın da, kadın! Tüm sahne yedi kadının oluşturduğu bir çemberle doluverdi önce. Bu çember ileri geri sallandı, bir sağa bir sola yuvarlandı gitti. Birbirinden farklı yedi kadın sahneyi dansları ve sesleri ile yerle bir etti. İşte bu da böyle bir girişti. Hem huzur verici hem de rahatsız edici. Bu rahatsız edicilik güzeldi, çekiciydi. Herkes o an rahatsız olmak isterdi. Bir tabut vardı yedi kadının omzunda taşınan ve sonra parçalara ayrılan. Sarışını, esmeri, genci ve yetişkini. Yedi kadın işte, insanın yedi hali. Arada bir sahnede, “Nudiye!” sesi yükseliyordu. Neydi bu Nudiye? Kimdi, ne demekti? Hem Nazım Hikmet’i, hem Hikmet Kıvılcımlı’yı hatta hatta Kemal Tahir’i nereden bilirdi bu Nudiye? Nudiye; bağırış, çağırış ve seslenme demekti. Haykırmak ve belki de isyan etmekti. 1904 yılında dünyaya gelen bir kadının sesiydi, nefesiydi ve direnişiydi.
Şimal Yanpınar