Dolunay Hazretleri

Dolunay hazretlerinin gökyüzünde yeri hazır ve nazır. Tahtında saçlarını sallar durur yine insanlara tükürerek. Diken üzerinde yaşayanları izler izler güler. Diken üzerinde gıdıklananlara biraz sinirleri laçka yüz ifadesini takınır, söver dişlerinin arasından. Diken üzerinde gıdıklananlar alışmıştır pisliğe, görkemsizliğe. Bunlar aynı zamanda ihtişamlı dolunayı bırak, ilgi çekici ne olursa olsun ister parlasın, ister bülbül gibi şakısın, ister süs bebek güzelliğiyle karşılarında dursun dönüp bakmaz bile. Dolunay, kendisine bakılmamasından hoşlanmaz, kendisine bakılıp iç geçirilmesine bayılır. Sürekli gökyüzünde de değil ki bıksın insanlar ondan. Arada bir çıkıyor işte, o zaman da bakılmasın mı canım. Güzelliğine övgü istemesin mi yani. Hakkı var onun. Şu koca gökyüzüne biraz yükseldin mi nasıl heyecanlanıyor zavallı insanlar. Mesela şu sert tabakadan yapılan, insan yığını taşıyan, horultusundan utanmayan sevimsiz makinede oturup camdan melul melul bakıyorlar, bazıları agresifliğınden ödün vermemiş ve gözlerini hiç kırpmamış saatlerdir, bazıları açmış gözlerini korkuyor ama bir yandan da içi kıpır kıpır, belli. Hatta bir keresinde sabaha karşı işinin bitmesine az kala dolunay; renkli, şişkin bir şeylerin yamacına doğru yükseldiğini gördü. Uyumuyor muydu bunlar, sabahın bu saatinde gökyüzüne çıkmak önemli bir şeydi o zaman. Homurtulu, sevimsiz o aletten daha kibar bir şeydi en azından bu. Gözleri kan çanağına dönmüş iki aşık birbirine sarılmış, gökyüzüne yükseliyordu bu şeyle. Sevgiyle de bağdaşıyordu o zaman onun mekanı. Bu koskoca gök sevgiyi de içınde barındırıyordu ve dolunay bu kutsallığa kök salmıştı. Bir kere daha güzel güzel güldü işte o zaman.

Göğün önemini düşündüren şeyler içini kıpır kıpır ederdi. Salınmaya da hakkı vardı şöyle güzelce. Kokusundan mahrumdu bu insanlar ama. Taa en başından yasaklanmıştı kokusunu insanlara salması. Oysa bir duyumsasalar, o hep övdükleri çiçeklerin pabucu hemencecik dama atılırdı. Yasağın nedenini kendi de bilmiyordu ama vardı birkaç tahmini. En ihtimal verdiği dünyadaki çiçeklere ayıp olmamasıydı, sonuçta herkesin bir imajı vardı. Oldum olası bunu çok umursamazdı çünkü gökte olması bile yeterliydi. Hem güzelliği, ışığı, arkadaşlarının yanında en görkemli ve en büyüğü olması… Yıldızlar imrenerek bakardı, işe yaramaz birkaç gezegenin de haset konuşmalarını duymuştu. Dolunay aldırmazdı, insanları sevmeyi, onlardan tiksinmeyi bazen onlara kızmayı bazen de takdir etmeyi önemserdi o. Kimin bu geceyi zehir gibi içtiğini, kimin karanlıktan korktuğunu ve onun ışığıyla yetinmediğini, kimin bir köşeye kıvrılıp uyuduğunu, kimin koskocaman o yatak dedikleri rahat bir şeye benzeyen süngerin üzerinde yayıldığını… Dolunay bir kendini severdi bir de insanların her çeşidini bilmeyi. Güzelliği severdi bir de muammayı. İnsanlar bir muammaydı. Nasıl bu kadar farklı yerlerde, farklı düşüncelerle, farklı ağız-burun yapılarıyla yaşayıp sonra aynı yerde birleştikleri hep dikkatini çekmişti, cezbetmişti onu ama bunu ancak toprak bilirdi. Toprakla konuşması yasaktı, gerçi toprağın kimseyle konuşmama yasağı vardı ama çoğu kez insanların mırıl mırıl bir şeyler dediğine şahit olmuştu toprağa. Nasıl bir gezegendi ki insanlar en çok toprakla konuşuyordu ve toprak da gezegenin en suskunu, en sabırlısıydı. Dünya, dolunayın özel ilgi alanı, salındığı ve parıl parıl parladığı sahnesi, araştırma ve inceleme alanıydı.

Gecenin en zifiri karanlığından birinde coşkusunu da alıp gelmişti dolunay. Derme çatma, yıkılmak için adeta yalvaran bir eve gözünü dikti o sırada. Dede-torunun bakışlarını üzerinde hisseti. Dede, kızıl oğlanın saçlarında şöyle bir gezindirdi elini. Bir süre bostanın halini anlattı sonra döndü toruna: “İçeri girelim kınalı kuzum, hava soğudu, hem dolunay da uğursuzluk derler,” dedi. Dolunay içeri giren dede-torunun arkasından epey baktı. İnsanların onu görkeminden başka şeyle anmadığını düşünürdü hep. Uğursuzluk muydu o, gökte parıl parıl parlayan bir uğursuzluk… Kendine övgüler yağdırmıyor muydu bu insanlar, kendi de kendinin biricik övücüsüydü hem. Küstü insanlara dolunay. O günden beridir de bağrını aça aça, salına salına tahtında kıpırdanan dolunay, kendini saklamak istedi hep. Yeminini bastı ayaz bir geceye. Ondandır fazla aydınlanmaz artık zifiri karanlıklar, o gün bugündür insanlar daha çok yıldızları seyretmeye bayılırlar ve onların isimlerini kendi isimleri gibi bilmek isterler.

İrem Özdemir

One thought

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.