Belli bir süre sonra insan zevk alamamaya başlıyor hiçbir şeyden. Ne içtiği suyun bir tadı oluyor ne de eskiden keyifle yediği yemeğin… Belli bir süre sonra artık müziklerde bir işe yaramıyor, ruh yavaşça olduğu yerde çöküyor. O sırada ne mutluluğun bir anlamı kalıyor ne de gözyaşlarının. Geriye kalan tek şey sadece bir yalnızlık oluyor, bir de o görünmez odaya tıkılırken etrafını çeviren dört koca duvar.
‘Issız’ kelimesinin sadece sözlükte bir anlamı olduğuna inanır, iyiliksever pelerinimi takıp etrafta koştururdum… Daha ki o pelerini, içimdeki yangınla alevleyip kül hâline getirene kadar. Issız kelimesinin aslında ruhu temsil ettiğine inandım işte o anda. Bende bir ıssızdım, bir o kadar herkes gibi bir o kadar da herkesten farklı… Benim ruhum iyiliğin getirdiğin kötülüğü kabul edemedi bir nevi. Elime yüzüme bulaştırdığım lekelerden korkup büyüdükleri ruhu terk edip gitti içimdekiler. Ne mutluluk kaldı orada ne de hüzün… Ne gözyaşı kaldı orada ne de kaygı. Bir o kadar var olup bir o kadar da yok oldum. Kendimi her şeyden soyutlamak ilk zamanlar o kadar işime gelmişti ki sorgulama gereksinimi duymadan başkalarının doğrusunu kendi doğrum seçtim. Doğru sandığım yanlışların elimde kara lekelerini görene kadar. Bir süre sakin dursam da bu bile yetmedi bana. İnsanoğluydum sonuçta, koca bir doyumsuzdum… O kadar çok kendimi haklı gördüm ki bir süre sonra adalet kavramını yitip isyan etmeye başladım. Bu da benim bir nevi ipsiz salıncağım oldu. O salıncağın başına kim geçerse beni hızlı sallayıp yere düşürdü, hem de büyük bir keyifle…
Sonunda benim de sonum, koca çöplükte son buldu. Vicdan çöplüğü… Burada o kadar çok vicdansız ve acımasız insan vardı ki yaptıklarından der almayıp ellerindeki karaları etrafa saçıyorlardı. Bende ilk darbemi başkasını karasından almıştım. Kim bilebilirdi ki, kendimin diye kandırdığım başkasının doğrusu benim infazımı gerçekleştirecekti.
Matmazelin Rüyaları