Avcılar Belediyesi’ne ithafımdır…
Dünyayı yaşanabilir bir hale getirmek çok da zor değildi aslında. Herkesin payına düşen görevi hakkıyla yerine getirmesi, hakka ve hukuka değer göstermesi yeterliydi. Fakat bazıları için bu bile fazlaydı. Herkes oturduğu koltuğun sevdasına aldandı, kimse sorumluluğuyla uğraşmadı.
Gün erken başlamıştı benim için. İhtiyaç halinde iki adım atmayan belediyeciler, sabahın köründe kapıma dayanmıştı. Apartman bahçesinin dal yaprakları haddinden fazla uzamış ve kaldırıma kadar sarkmıştı. Arabaların park edilmesine, affedersiniz dilim sürçtü, insanların yürümesine engel olduğu için kesmemi istemişlerdi. Haksız olmadıkları için ve durumun da epeyce zamandır farkında olduğum için hoşgörüyle karşıladım ve gerekli hazırlığı yapıp aşağı indim. Bu hoşgörüme karşı, zamanında hoşgörüyle benden oy isteyen belediyeciler kendileriyle alakalı öngörülerimi doğrular nitelikte hareket ediyordu:
“Akşama doğru geleceğiz. Eğer kesilmemiş olursa ceza yazarız!”
Başımı salladım ve işe giriştim. Senede en az bir ya da iki kere kesilirdi bu dallar. Fakat bu yıl biraz gecikmiştik. Haddinden fazla uzaması, kesilmesini de zorlaştırmıştı. Ellerimden kanlar aka aka kesmeye devam ettim. Kaldırıma yığdığım dal yaprakları komşuları ürkütmüş olacaktı ki, ot yetiştiren bir çeteye baskın yapar gibi yanaştı kaldırımın kenarına zabıta arabası. Yürüyen sinirler yanıma yaklaştı ve,
“Buraları temizleyeceksiniz değil mi?” diye sordu içlerinden biri ve ekledi peşine: “Zira kaldırımları işgal etmişsiniz.”
“Tek başıma çalışıyorum. Hem kesip hem de kaldıracak durumda değilim. İşim bitsin, topluca kaldıracağım.”
“Aman aman kaldırın. Ceza yazılır yoksa.” dedi ve sanki bastığı yaprak değil de pislikmiş gibi tiksinç hareketler içinde ilerledi. Ben elimdeki bıçakla kesmeye devam ediyordum. Birkaç saniye önce yanımda olduklarını bile unutmuştum ama neyse ki tekrar hatırlattılar kendilerini seslenerek:
“Beyefendi bu çuvallar size mi ait?” diye sordu apartmanın önündeki içi moloz dolu çuvalları göstererek. Ben de kafa salladım ve “Tadilat yaptırmıştık da, ondan çıkan molozlar.”
“Belediyeye başvurun da bunlar kaldırılsın. Yoksa ceza yazılır.” dediğinde üç etmişti bu ceza meselesi. Tepem attı tabii.
“Yahu siz cezadan başka bir şey bilmez misiniz?” dedim ve onlara doğru yürüyerek sordum: “Ayrıca siz belediye değil misiniz? Kaldırın işte.”
“Ücretli hizmet bu beyefendi. Belediyeye gidip başvurmanız gerekiyor.”
“Çuvalların kaldırılması için para mı vereceğim?”
“Evet.”
“Peki siz ne işe yarıyorsunuz?”
“Özel hizmete giriyor.”
“Çuvalları kaldırmaya gelecek olan ekip maaşlı çalışanlardan oluşmuyor mu? Zaten işlerinin karşılığını alacaklar. Çuval başına yevmiye vermiyorsunuzdur herhalde.”
“Uzatmayalım. Biz durumu bildireceğiz. Yarın geldiğimizde çuvallar buradan kalkmış olsun. Yoksa ceza yazarız.”
“Peki kaldırmadım ve ceza yazdınız ama sonra yine kaldırmadım. Yine mi ceza yazacaksınız?”
“Bizimkiler ona henüz bir şey düşünmedi ama bulurlar bir hokkabazlık.”
“Yahu belediyesiniz kaldırın işte. Sonsuza kadar ceza mı yazacaksınız?” diye sorsam da cevap alamadım. Adres ve kimlik teyidi alıp gittiler. Vermediğim oya mı şükredeyim, verenlerin aklına mı şaşayım bilemeden işime devam edip bitirdim. Sonra da alabildiğimce yaprak dalını kucaklayıp çöp konteynırına doğru yürüdüm. İlk iki postayı attım, döndüm. Üçüncü postayı götürürken çöp kamyonunun yanaştığını fark ettim. Kamyondan inen görevliler söylene söylene boşaltıyordu konteynırı kamyona. Beni de görünce birden kucağımda dal yapraklarıyla, faili olduğumu anladılar ve bana söylenmeye başladılar.
“Arkadaşım bunları niye buraya atıyorsun?”
“Nereye atayım?”
“Buraya atılır mı?”
“Tamam, nereye atayım?”
“Bizim işimiz değil bunlar. Yasak buraya atılması. Ceza yazarlar.”
“Yahu o zaman nereye atayım?”
“Dağa, bayıra, çimenliğe at. O kucağındakileri de getir bari taşımışsın buraya kadar.” diyerek lütfetti beyefendi ve sanki pislik boşaltıyormuş gibi tiksinç bakışlarla dal yapraklarının kamyona dökülmesini seyretti. Ne tuhaf bir belediyeydi bizimkisi. Ota çuvala ceza yazıyor, hiç iyi bir şey söylemiyordu. Oysa çok değil, bir sene önce benim oyuma muhtaçtı, şu an bana ceza yazmaya yer arayan bu belediye.
Apartmanımın önüne döndüm. Bir yerdeki dal yapraklara baktım bir de etrafıma. Nereye atacaktım şimdi ben bunu? Avcılar’ın neresinde sahipsiz bir bayır vardı da, bulacaktım. Aklıma önce park geldi, belediye görevlisi tarafından geri gönderildim. Sonra da sokağın başında kentsel dönüşüm ayağına 8 ay önce yıkılıp da boş kalan arsaya atmak geldi aklıma. Attım oraya ve üstüme başıma çeki düzen verdikten sonra belediyenin yolunu tuttum. Zira bu yok zamanda onlara yedirecek param yoktu.
Belediyeye vardığımda girişten, başvurmam gereken yerle alakalı bilgileri aldım ve söylenen kata çıktım. Herkes pek bir güler yüzlüydü. İnsanın içini ferahlatan bir ilgi ve alaka vardı. Biriyle göz göze gelmeyedur, hemen seni yönlendirmek için kendini ortaya atıyordu. Ne yalan söyleyeyim etkilendim. Ota çuvala ceza yazarak elde ettikleri haksız kazançlar yüzlerine güzel yansımıştı.
“Merhaba. Kapının önünde çuvallar var da, kaldırtmak için size başvurmamız gerekiyormuş.”
“Tabii. İsminiz nedir beyefendi?”
“Sıtkı Sıyrık.”
“Hemen bakıyorum adres bilgilerinize.” derken oldukça kibardı. Müthiş bir samimiyet, güvende hissettiren bir sıcaklık vardı ama bu çok uzun sürmedi. Hanımefendinin yüzü öyle bir şekle büründü ki, ben bile adımdan, adresimden çekince duydum.
“Sıtkı Sıyrık…” dedi ve adresimi söyleyerek teyit istedi, onayladım. Başını hadsiz bir gerginlikle kaldırarak: “Borcunuz var farkında mısınız?” diye sordu. Anlamamıştım. Ne borcu olduğunu sordum. Vergi borcum olduğunu söyledi. Hiç haberim yoktu. Son yıllarda yaşadıklarım, üç beş kuruş borcun peşine düşmeyi aklıma getirmemişti. Hoş, iyi biliyordum kimsenin parası kimsede kalmazdı. Elbet bir gün ödenirdi ama bu böyle bir üslupla mı söylenmeliydi? Dahası, çuvalı bile parayla kaldıran belediye hangi hizmetin vergisini istiyordu?
“Beyefendi kusura bakmayın ama borcunuz icralık olmuş ve bu şartlarda belediyemizin hiçbir hizmetinden yararlanamıyorsunuz. Ayrıca borcunuzu kapatana kadar üzerinize araba varsa da icralık olmuş durumda.”
“Nasıl yani? Üç kuruş borç için arabama icra koydunuz, belediyeden alabileceğim haklarımı kısıtladınız, borç günden güne daha da büyüyor ve ben bunu çuvalların kaldırılması için başvurmaya geldiğimde mi öğreniyorum? Siz soyguncu musunuz?”
“Beyefendi borcunuz dört bin lirayı geçmiş bulunmakta. 10 senedir ödenmemiş. Ödediğiniz takdirde icra kalkacak. Ödemediğiniz her bir gün faiz işlemeye devam edecek. En kısa zamanda ödeyin derim.”
“Dersiniz ama biraz geç kalmadınız mı? Ya siz ne biçim bir belediyesiniz be? Sabahtan beri her önüne gelen beni ceza yazmakla tehdit etti. Ben bunları gözümde büyütürken dağ gibi büyümüş bir borcum varmış da haberim yok. Belediye ne demektir? İlçede yaşayan insanların refahını, mutluluğunu, daha yaşanabilir bir ilçede yaşayabilmesini sağlayan kurum değil midir? Siz sosyal belediyecilik naraları atarak gelmediniz mi? Komşuyuz demediniz mi? 10 senede bir kez olsun kapımı çalıp bir derdiniz mi var, neden borcunuzu ödeyemediniz, zorluğunuz mu var diye sordunuz mu? Belediyecilik bu mu? Komşuluk bu mu? Siz belediyeci değil, belediyiyicisiniz!”
“Kendinizde de suç görün biraz bence. Ödeseydiniz bu sıkıntılar yaşanmazdı.”
Cevap verecekken bir bağrış sesiyle irkildim. Yirmili yaşlarda bir delikanlı, “Allah aşkına biri beni dinlesin artık!” diye bağırıyordu.
Birileri yanına gitti ve ne olduğunu sordu. O tarafa yaklaşarak dinledim. Delikanlının anlattıkları kan dondurucuydu.
“Ev aile arasında dördümüzün üstüneydi. Yüklü bir vergi borcumuz vardı ve elimize para geçtikçe tek tek kişi başına düşen borcu kapattık. Geriye benim borcum kaldı. Ben öğrenci adamım. Aldığım burslardan arttıra arttıra biriktirdim ve geçtiğimiz akşam ödedim. Tam bin üç yüz seksen altı lira on dört kuruş. Fakat sonra bir de ne öğreneyim? Devlet pandemi döneminde insanlara kolaylık olsun diye, icralık vergi borçlarında indirim ve taksitlendirme imkanı vermiş, kanun şeklinde. Üstelik bu karar alınalı epey de olmuş ama ben ödeme yaparken hiçbir uyarı çıkmadı. Bile isteye benden o para fazla alındı. Altı yüz elli lira ödeyecekken bin üç yüz seksen altı lira ödedim ve şimdi paramı geri istiyorum ama vermiyorlar.”
“Beyefendi yapılan işlem geri alınamaz.”
“Beyefendi yapılan işlem hukuksuz! Bir vergi affı kanunu olmasına rağmen benden fazla para aldınız.”
“Ama siz de direkt atlamasaydınız canım sazan gibi.”
“Ne demek bu?” diye atladım insanları sazan yerine koymaya çalışan şahsın önüne. “İnsan avı mı bu? Kim düşerse, kimden fazla para koparırsak diye tuzak mı kuruyorsunuz oylarıyla geldiğiniz semtin insanlarına? Bak bu delikanlı benim gibi tepki de göstermeden dişinden tırnağından arttırarak kapatmaya çalışmış size borcunu. Bu insanların iyi niyetini niye suiistimal ediyorsunuz? Size güvenen insanlara neden kazık atıyorsunuz?”
Arkamdaki kadına döndüm ve, “Demek ki ödesem de sıkıntı yaşanıyormuş, yaşanacakmış. “
İnsanların emeğinin üstüne konmak, haklarını aradıklarında da onlarla alay ederek üç beş kendini bilmezin yazdığı kuralların ardına sığınmak çok kolaydı. Kurallar sadece halk için olmamalıydı. Cezalar sadece halka kesilmemeliydi. Koltuk; oturulan yer değil, halkın hakkını savunmak için elde edilen bir makamdı. Sevda koltuğa değil, asıl sahibi olan halka olmalıydı. O koltukta oturanlar da, o koltuğun altında hak yiyenler de halkın verdiği gücü, kendi güçleri sanıyordu. Sanarak yaşamak başlı başına bir acizlikti.
Agâh Ensar Can
Meraklı Gazeteci’nin tüm bölümlerine ulaşmak için tıklayınız.