…ve ayin yapıldı, gölgelerin eşliğinde. Uzayıp giden gölgelerde ayin takılı kaldı. Kâseler sunuldu. Ölüm orucu açıldı. İlk kurbanları değildi, son da olmamıştı. Ay gökte iki parçasından birini göstermiş parlak ışığıyla aydınlatıyordu yeryüzünü. Yıldız yoktu, olmasındı. Dilek dileyecek umut kalmamıştı. Soyundu. Soyundu kıvılcımlar saçan alev. Yükselmek içini harlandı. Kızgındı. Kızardı. Her biri bir çamur parçasından olanları yaktı. Doymadı, iştahı kabardı. Ama ay kustu. Kaçtı. Karanlıktı şimdi gökyüzü. Yeryüzünden çalınan umutlar kadar karalanmıştı. Ayin yapıldı, bitti. Bu hikâyenin kahramanı da silindi, gitti. Düş, umut dağıtan kayıp bir aynaydı. Bulan olmadı, anılmadan durulmadı.
Son. Ne anlattı şimdi bu kitap! Hiçbir şey! “Kitap okumak gereksiz, ne işe yarar ki!” diyenleri haklı çıkarmış mı oldu? Bu yüzyılda içinden çıkılmaz bir soru bu. Bu yüzyıl karmaşıklığında içinden çıkılan ne var ki? Her şeyin iyisi ve kötüsü olduğu gibi kitapların da iyisi ve kötüsü olur diyerek sıyrılabiliriz. Evet, bu gayet net bir cevap… Ama hayır, bu sadece kendimizi kandırmak olur. Bu yüzyıl da önceki yüzyıllar da tahminen olduğu gibi devir şikâyetleriyle dolu. Buna kimsenin itirazı yoktur umarım. Fakat bu yüzyıl, insan ruhunun karanlığa en fazla yaklaştığı hatta belki de teslim olduğu yüzyıl. Neden? İnsanlık gelişmeyle aydınlığa kavuşmalı. Neden bu karanlık, bu karamsarlık? Bu yüzyılın romancıları bu karamsarlığı ve karanlığı içinde barındırmaları bu kitapların oluşmasına sebep olmuş olamaz mı? Edebiyat-zihniyet ve yaşanılan çağ hayatının getirileri diyemez miyiz? Diyemezsin diyenler… peki, ben demeyeceğim fakat siz de bana başından sonuna kadar aydınlık, mutluluk, sevinç ve iyi olan her şey içinde barınırken karanlık, karamsarlık ve bunların akrabalarını içermeyen tek bir öykü, bir roman söyleyiverin. Kurtarın beni bu çileden, ıstıraptan. Ben bulamadım öyle bir kitap çünkü. Sordum, soruşturdum bilen de gören de olmamış. Ama inanıyorum ben mutlaka öyle bir kitap yazılmıştır. Yazılmış olmalıdır dünyanın herhangi bir masasında. Kâh kâğıt ve kalemle kâh daktiloyla kâh bilgisayara… Fakat yazılmış olmalıdır, umarım. Yazılmakta da olabilir eğer yazılmamışsa. Eğer yazılmıyorsa yazılacaktır eminim. Ama o ana kadar kimse beni susturamaz. Konuşurum. Duvarlara havaya, taşa, toprağa, ağaca, kediye köpeğe…
Konuşurum çokça ama bir dosta konuşamam. Hüsrana uğramak değil korkum. Hüsran da bir duygudan ibarettir. Yaşamalı insan onu da fakat anlatmayı beceremem çoğu zaman. Sanırım bu beni en büyük dostu yaptı kitapların. Veya kaçtım mücadele yerine. “İnsan kaderini kendi yazar.” sözüne inanan bir dostumdan sonra kapıldım bu düşünceye. Düşünceden kaçabiliyormuşsun gibi konuşma. İç sesim azarladı beni. Çekidüzen verdi sözcüklerime. Kaçmak değildi oysaki arzum. Biraz kontrol edebilmek, yön verebildiğim kadar. Mücadele etmeye devam etmek. Ne hoş geliyor kulağa. Ya şu, “Kaderimi kendim yazdım.” sözü ne tüyler ürpertici. Seni bir kahraman yapmaya yetmese de savaşçı olursun. Keşfedilmemiş hayaller bulmuş gibi. Keşfedilmeyeni keşfetmek veya… Bilemedim kararsızlığım attı adımını. İkircikte geçireceğim uzun bir süre.
Bu süreç çok yıprattı. Herkesi. Yeni bir düz koşuya atılmış kısrak gibi. Yeni hayata, düzene uyum sağlamamız bekleniyor.
Maske takmak, temizliğe önem vermek değil mesele. Mesafe. O da sağlansa uyumsuzluk baş gösterir. Alışkanlıklar devre dışı. Yeni alışkanlıklar, beceriksizlik, doyumsuzluk ve zorunluluk dolu.
“Hiçbir hikâye yarım kalmaz.” demişti başka bir dostum da. Hikâyeye başlanmamışsa… Yarım kalmak ne için denir? Tamamlayıcısı ne olur?
Kafayı yemek dedikleri bu sanıyorum. Fazla kitap okumanın zararları! Bakın bu iyi bir kitap olurdu, okuyucu bulamasa da. Salt okumakla geçen günler. Dışarı çıkılamamış aylar ve tükenen zamanlar…
Saat, dakika, saniye, güneş ve ay. Günler ve aylar geçerden anlamını yitirmiş kavramlar. Umutluyum. Işıkla doluyum, tüm aksiliklerin yanında. Dünya ve hayat parçalayamadı içimdekileri. Kandırıyorum kendimi. Karanlık bataklığına batmışken buldum içimde ışığı. Gizli kalmış hazine. Saklı kalması ne kötü! Sımsıkı sarıldım sırılsıklam olana dek. Bitecek biliyorum çünkü ona onanıyor içimde umut taşıyorum. Bir gün yazmaya karar verirsem, öyle yazacağım. Karanlığın ve karamsarlığın olmadığı ışıklı bir dünya, bir düş, bir rüya.
Kitap okumaya döneyim. En asilzadesinden. Süslü düşler, büyülü sözcükler ve tamamlanmış.
O seviyordu. Sevgisini cesurca söyleyenlerin aksine korkuyor, tereddüt ediyor, endişeleniyor ve kaçıyordu; içinde uçan kelebeklerden çaldığı kanatlarla. Onu gördüğü ilk an geldi aklına. Geri dönme isteğiyle yandı yüreği. Defalarca yaşadığı bu hissi tekrar yaşıyordu ilk kez yaşıyormuş gibi. Dönmedi. Yaşayacaklarını bildiği için dönmekten çekindi. Konuşamayacağını biliyordu fakat yanılıyordu. Bir tesadüf eseri onu görecekti yürüdüğü sokağın bitiminde. Kalp atışları hızlandı. Adımları gerindi. Sözcüklerinde boğuldu. Yalnızdı. Kumral saçları, keskin bakışları ve samimi tavrı ona yaklaşmasına neden oluyordu. Onun karşısında durmasına ancak beş adım kalmıştı. O büyülenmiş gibi sevdiğine bakıyordu. Adımları kendisi değil, bacakları atıyordu. Sendeledi. Önüne bakmadığından taşa takıldı. Buna canı sıkıldı. Böyle olmamalıydı. Tekrar başa saramazdı hayat kasetini. Oynamaya devam etmeliydi. Canı sıkılsa da mecbur olduğunun farkında olmasından öyle yaptı. Kendini düzeltip konuşmayı denedi:
“Naber?”
“Teşekkür ederim. İyiyim sen nasıl…”
“Seni seviyorum!” Bütün büyü bozuldu. Söyleyebilmek için söylemekten ibaretti bu cümle. Söylenmemiş onca söz varken sırası gelmemiş sözcükleri söylemek bir intihardı. Bin bir çeşit intihardan birini seçmişti o. Cesur bile değilken üstelik. Bir yerlerden, “Sevdiğini söylemek neden intihar oluyormuş?” diyen isyanlı fısıltılar duyuyorum sanki. Söylenmemiş her söz zehir gibidir insanın ruhuna. Öyle mi oldu şimdi? Söylenmese de söylense de her söz bir intihardır; sözleri beklemeyenlere söylendiğinde, bekleyenlere söylenmediğinde.
Eyüp Saka