Meraklı Gazeteci

Anlamak istiyorum. Yolunda gitmeyen şeylerin neden yoldan çıktığını, insanların neden bıktığını, bıkkınlığın kaynağına neden müdahale edilmediğini, neden diye sormanın neden zor olduğunu anlamak istiyorum. Benim adım Sıtkı Sıyrık. Yıllarca okumama, öğrenmeme ve sorgulamama rağmen bileğime geçirdiğim altın bileziğin toplum tarafından gramajı düşük görülen bir gazeteciyim. Gazeteciliğin nüfuslular için değil, nüfus için olduğuna inanan bir gazeteci.

Önceki akşam yazdığım bir haberin ardından kalemimle yüzleştim. Sonuçlar için mi yetişmiştim? O sonuçları okuyacak olan halkın nedenlerini bilmeye hakkı yok muydu? Vardı. Herkesin sessizce köşesine çekilerek var olan nedenlerin sonuçlanmasını beklediği bir ülkede benim neden diye sormam lazımdı.

İstanbul aşığı olsam da trafiğinden hazzetmem. Bu yüzden hiçbir zaman arabalara ilgim olmadı. Fakat bu şehirde arabasızlık cesaret ister. Cesaretimin zayıf düştüğü bir konuydu bu ve ben de en rahat park edilen, en az kişi alan ve ters yönden gelen bir münasebetsiz karşısında en kolay sıyrılan arabayı aldım. Ne tuhaf! En küçük arabayı alsam da daha fazla para ödedim. Küçük şeylere bu kadar değer vermemeliydik bence.

O arabadayım şimdi ve bana bu arabayı aldıran cesaret unsuru yer ve kişilere bakıyorum. Önceki akşam yazdığım haberin kaynakları burada. Artık birinin onlara soru sorma zamanı geldi.

“Merhaba! Ben Sıtkı Sıyrık, gazeteciyim. Bir haber hazırlıyorum da, sizlerle röportaj yapmak isterim.” dedim Sarı Güç Durağı önünde masalarda oturan şoför olduğunu tahmin ettiğim kimselere.

“Hoş geldiniz.” dedi içlerinden biri temkinli bir ifadeyle. “Ne üzerine bir haber bu?”

“Gündemi biliyorsunuz. Taksiciler olarak toplum gözünde iyi bir intibanız yok. Bunun nedenini bulmak istiyorum.”

“Buyurun, oturun lütfen. Arkadaşlar Sıtkı Bey’e çay söyleyin.” diyen kişi sonrasında tanıttığı üzere durağın sahibiydi. Orta yaşlı, yeni tıraşlı biriydi. Çay istediği kişiye adımı aratıp hangi gazete çalıştığımı öğrenmesini istediğini de duyar gibi oldum ya da öyle duymak istedim, bilmiyorum.

“Sormak istediklerinizi sorabilirsiniz.”

“Teşekkür ederim.” dedim ve hazırladığım notlarımı çıkararak, “Toplumun sizi bir nefret unsuru olarak görmesini nasıl yorumluyorsunuz?”

“Sıtkı Bey toplum dediğiniz aslında biziz. Biz de toplumun fertleriyiz. Bizim bize ne yanlışımız olabilir?”

“Yani hakkınız var. Taksiciler Birliği olarak birbirinize bir yanlışınızı görmedim. Hep aynı fikirdesiniz.”

“Ne demek istediğimi biliyorsunuz. Bizi toplumdan soyutlayan insanların kabahati yok mu?”

“Bu konuda neden kendinizde hata aramıyorsunuz? Bana lütfen şunu açık yüreklilikle söyleyin, kendimi bir gazeteci olarak tanıtmayıp müşteri olduğumu söyleseydim ve kaymakamlığa gitmek isteseydim tepkiniz ne olurdu?”

“İki adım yol. Bunun için araç kaldırmaya değmez Sıtkı Bey.”

“Bedava götürün demiyorum ki, karşılığını alacaksınız.”

“Ama kısa mesafe için bir araç eksilecek. Ya uzun mesafeye gitmek isteyen bir yolcu gelirse?”

“Peki ya gelmezse? 100 TL’lik bir hayalin peşinden koşarken 10 TL’den bile olmuş olacaksınız. Yani mesleğiniz nedir diye sorulduğunda taksici, ne iş yaparsın diye sorulduğunda insanları istedikleri yere götürürüm cevabını verirsiniz ama ben kaymakamlığa gitmek istiyorum ve kısa mesafe diyerek reddediyorsunuz. Madem taksicilik yapmak istemiyorsunuz, neden böyle gergin bir işin altına giriyorsunuz?”

“Siz soru sormaya mı geldiniz, kavga etmeye mi Sıtkı Bey?” derken sesinin tonu tat kaçırıcıydı.

“İstediğimi sormakta özgür olduğumu söylemiştiniz, cevapları sizi sinirlendiriyorsa bilemem tabii.” dediğim anda çaylar gelmişti. Çayların araya girmesi gerginliği biraz olsun dağıtmıştı ki, fırsat bu fırsat diyerek sordum:

“Müşteriyi velinimetiniz olarak görüyor musunuz?”

“Tabii ki.”

“Peki neden onlara bu şekilde davranmıyorsunuz? Benim duraktan değil, caddeden sizin taksinizi çevirdiğimi düşünün. Kasımpaşa’ya gitmek istiyorum ama siz Tarlabaşı’na geldiğimizde arabanın değişim saatinin geldiğini söyleyerek beni alakasız bir yerde indirmek istiyorsunuz. Çok da gerginsiniz. Ben bu gerginliği yaşamak zorunda mıyım?”

“Her durağın belirli bir disiplini ve sistemi var. Bunun için bir şoför kadromuz, saat ve araç planımız, gececi ve gündüzcü arkadaşlarımız var. Bu planlar çeşitli talep ve ihtiyaçlara göre kuruluyor. Herkes de o planlara uymak zorunda.”

“Müşteriler değil. Ben Kasımpaşa’da hasta ninemi görmeye gitmek istiyorum. Siz beni bilmediğim bir planın bozucusu olarak görüp alakasız bir yerde indirerek cezalandırıyorsunuz.”

“Haklısınız. Şoför arkadaşın önce saate bakması, ona göre müşteri alması gerekir.”

Güldüm.

“Neden güldünüz?” dedi ve gülerek ekledi, “Duvarda adalet de yazmıyor ama.”

“İyi ki yazmıyor. Durumu daha da gülünç hale getirirdi.” dedim ve sorusuna cevaben, “Eskiden boş taksi bulamazdık, şimdi de bizi seçecek kutlu bir şoför bulamıyoruz.”

“Dediğim gibi bir sistem var.” dedi ve sıkkın bir şekilde çayından yudum aldı.

“Yeni soruya geçelim. Müşteriye vermediğiniz para üstlerinden oluşturduğunuz fondan hangi alanda yararlanıyoruz?”

“Ne fonu?”

“Nasıl yani?” dedim yalandan bir şaşkınlıkla. “Ortada bir fon yoksa neden para üstlerini vermiyorsunuz?”

“Sıtkı Bey… Şoför arkadaşımızda para yoksa ne yapabilir?”

“Kısa mesafeye gidecek bir yolcuyu alabilir mesela.”

“Bitmedi mi sorularınız?” diye sordu önümdeki kağıtlara bakmaya çalışarak.

“Farklı ulaşım araçlarına neden karşısınız? Tubere mesela?”

“Nasıl karşı olmayız? Biri senin yerine buraya gelip röportaj yapsa sen bozulmaz mısın?”

“Bilakis mutlu olurum. Nerede o günler?” dedim ve ekledim: “Sizin de mutlu olmanız gerekir. Bu tarz araçlar sizin yıkılan resminizi toparlamak için bir fırsattır. Fakat siz bunun yerine yolcu gibi arayıp gelen şoförü dövmeye kalkıyorsunuz.”

“Lütfen sınırınızı bilin! Buraya kadar sabrettik. Bizim böyle şeyler yaptığımızı nereden çıkardınız?”

“Kimse sormuyor diye yaptığınız zulüm bilinmiyor mu sanıyorsunuz? Öylesine bu durağa gelmedim herhalde!” dedim ve boş kağıtlarımı çantama koyarken ilaveten, “İnanın biz de çok sabrettik. Karşının taksisiyim diyerek ülkeyi bölmenize, paramızla bizi rezil etmenize, biz biz biz diye belediyenin martılarına bile savaş açmanıza sabrettik. Ben sorularıma bir cevap alamadım ama sizin ‘neden nefret unsuru’ olduğunuz sorusuna cevabınızı aldığınızı düşünüyorum.”

Ayaklandığımda röportajın başında duyduğumun gerçek olduğunu gördüm.

“Serkan Bey bu adamın bağlı olduğu bir gazete yok!”

“Bir yerle bağım olsa, soru sorabilir miydim sizce?”

Agâh Ensar Can

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.