
Olmayın riyakârlık edenlerden
Bir yanda yüksek sesle Kur’an’ı dillendirirken
Öte yanda ahlaksızlığını sakladığını zannedenlerden.
— Hâfız-ı Şîrâzî
Filmin girişinde yer alan anlamlı sözle başlamak doğrudur diye düşündüm.
On dört yaşındaki bir kızla evlenmek isteyen evli bir adamın, karısına nafaka vermemek için şeriatı ve dini kullanarak karısını insanlık tarihine yakışmayacak şekilde öldürmesini, gerçek bir hikâyeyi anlatan bir film Soraya’yı Taşlamak. Bir insanlık dramı. Aşağılık insanoğlunun son marifeti. Suçsuzluğun suçu. Bir suç var ortada apaçık. Peki ama bu suç kimin?

Şeriat nedir? Allah’ın emirleri mi? Din büyüklerinin ayetleri ve hadisleri göz önüne alarak oluşturdukları insan yapımı kanunlar mı?
Recm nedir? Taşlayarak insan öldürmek! Ne kadar insanca!
Hem de hiçbir ayete veya hadise dayanmayan bir aldanış!
Yaradan bir kulunun taşlayarak, acı çeke çeke ölmesini emreder mi? İster mi?
Kandırıldık vesselâm!

Gerçek bir hikâyeden uyarlanan Soraya’yı Taşlamak (Süreyya’yı Taşlamak) iki açıdan ele alınmalıdır: Hikâyesi ve senaryosu.
Yönetmenin filmi çekerken bir amaç taşıması ve senaryonun da bu amaca yönelik olması, yaşanmış gerçek bir olayın bütün çıplaklığıyla anlatılmak istenmesi, senaryonun olayı anlatmaktan başka hiçbir şey anlatmamasına neden olmuş. Yönetmen, insanoğluna “insanın” “insanlığın” ne olduğunu ne olması gerektiğini sorgulatıyor.

Senaryoda eksiklikler var. Mesela hiçbir karakterin geçmişini bilmiyoruz. Hatta karakterler hakkında bildiğimiz tek şey karakterlerin isimleri. Bu durum karakterlerin tek yönlü olmasına ve iyi veya kötü sıfatları altına sokulmasına sebep olmuş. Yani “karakter” değil, birer “tip” olmuşlar.
Filmin Amerikalılar tarafından çekilmesi ise ister istemez bir önyargı oluşturmaktadır. Zira filmde İran’ı dolayısıyla İslâm’ı kötülemek ve bunlara karşı propaganda yaptığını da düşünebilirsiniz. Bilmem, belki de yapmışlardır. Fakat ben filmin gerçek hikâyesine kendimi öyle kaptırmıştım ki, anlamadım ya da anlayacak kadar aklımla izleyemedim filmi.
Hikâyenin gerçek hikâye olduğunu bilip de filme duygularımızı katmadan, bu nasıl olur diye düşünmeden duramıyorsunuz. Hatta duygularınızı dizginleyemiyorsunuz. Özellikle kadın – erkek eşitsizliğini, kadına şiddeti, kadınları hor ve aşağıda görmeyi şeriat adının altında izlemek biraz burukluk yaşatıyor insanın yüreğinde, bir yumru bırakıyor boğazında.
Filmdeki tek tip karakterlerin dışında, kötü ve iyiyi içerisinde barındıran iki “tip” vardı: Ebrahim (İbrahim) ve Hashem(Haşim). Bunlardan Ebrahim ‘e değinmeden geçemeyeceğim çünkü İbrahim tam anlamıyla bir insan olduğunu bize geçiriyor. Ondan ümit umanları hayal kırıklığına düşürüyor. Doğruyu değil, çıkarına uygun olanı yapıyor. Boğun eğiyor, güçlüden yana oluyor. Fakat en kötüsü tam bir insan oluyor. Öyle ki taşlama yapılmadan önce dua eden Ebrahim duasında Yaradan’dan yanlış mı yapıldığına dair bir işaret istiyor ve işaret ona iki kez gelmesine rağmen o kılını bile kıpırdatmıyor, fark etmiyor, anlamıyor. “Peki ama o tek başına ne yapabilir, nasıl yapabilir?” mi dediniz? Pekâlâ, dua ederken o bunu bilmiyor muydu? Bence İbrahim bize insan-nefis ilişkisini anlatan iyi bir örnek. Dua etmek ve duayı unutmak…


İran’ın bu hikâyeyi reddetmesi, filmi yasaklaması gerçeği değiştirebilecek mi? Fakat biz yine de kaçıyoruz gerçeklerden. Bizi hep biz kandırıyoruz. Gerçekleri görmek, onlarla yüzleşmek ve onlardan ders çıkarmak bize zor geliyor çünkü.
Kim ne derse desin. Soraya’yı Taşlamak (Süreyya’yı Taşlamak) filmi insanı ağlatmayı ve insanlığı sorgulatmayı başarıyor. Bir filmden daha ne istenir?
Sonsöz olarak ise şunu demeden edemeyeceğim: Hangi emir, hangi kanun hangi vicdan bir kadının iki erkek çocuğu tarafından taşlanmasını açıklayabilir? O taşlamanın sonunda taşların kameraya değil yüreğime atıldığını hisseden tek ben miyim? Ya 9 yaşındaki Soraya’nın fotoğrafı…

SABAHATTİN ORHAN