Sarmış yine âfakım bir dûd-ı mu’annid, Bir zulmet-i beyzâ ki pey-â-pey mütezâyid Tazyikinin altında silinmiş gibi eşbâh, Bir tozlu kesafetten ibaret bütün elvâh; Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar Dikkatle nüfuz eyleyemez gavrine, korkar. Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim, Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! Ey sahn-ı mezâlim… evet, ey sahne-i garrâ. Ey sahne-yi zî-şa’şaa-i hâile-pîrâ! Ey şa’şaanın, kevkebenin mehdi, mezân; Şarkın ezelî hâkime-i câzibe-dârı; Ey kanlı muhabbetleri bi-lerziş-i nefret Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; Ey Marmara’nın mâî der-âgûşu içinde Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı musahhir, Ey bin kocadan artakalan bîve-i bâkir; Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ. Hâlâ titirer üstüne enzâr-ı temâşâ. Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün. Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. Te’sîs olunurken daha bir dest-i hıyânet