“Bulutlu bir semâ-yı nisân altında, sâkin ve muattar bir çam ormanı… Geniş, uzun bir yol ki döne döne; gûyâ araya araya mâî, durgun denizin leb-i reyyân-ı bî-pâyânmı buluyor. Korunun biraz kuytu, biraz karanlık her noktası ya bir fîkr-i mütecessise melce-i tefekkür, ya iki rûh-ı mütehassire mev’id-i telâki… Herkes, her taraf, her şey sâkit… Kadın erkek bazen bir iki birkaç vücut ağır ağır yoldan geçerek ağaçlıkda kayboluyor… Sühâ ile Pervîn yola en yakın bir gölgelikte, biribirinin âgûş-ı iştiyâkında…
“SÜHÂ
“Müstağrak, esirî bir tabiat… Açık san uzun, târmâr saçlarının dağılıp örttüğü beyaz alnında daimî bir çîn-i infi’âl ile, ağlar gibi bakan mâî gözlerini dalların arasından karlı bir şahika gibi görünen bulut parçasına dikmiş… Devâm ile:”-Uzak değil, şu küçük zirve-i sefilde kadar; Şu parlayan tepecik yok mu?… Ah, bir sarsar, Anîf sadme-i gülânesiyle bir kuvvet, Dururken öyle, habersizce, sanki bî-hareket alıp götürse bizi…