Okurun bu kitapta okuyacağı “Bir Günün Sonunda Arzu” isimli şiir, ilk yayımlandığı zaman, anlamı bazılarınca gereğinden fazla muğlak kabul edilmiş ve bu nedenle şiirde “anlam” ve “açıklık” hakkında hayli şeyler söylenmiş ve yazılmıştı. Bu dakikada bunların hiçbirini hatırlamıyoruz. Nasıl hatırlayabilelim ki, söylenen ve yazılanların bir kısmı sövgü ve aşağılama ve bir kısmı da günlük gazete saçmalıkları türünden şeylerdi. Düşünüş ayrılığından dolayı hakaret, öteden beri bizde kullanılan aşınmış bir silahtır ki, onursuz bir miras halinde, aynı türden kalem sahipleri arasında kuşaktan kuşağa geçer. Onun için hiçbir edebiyat nesli, bu tarz tartışmaları tanımamış olmakla övünemez. Hele, bilim ve edebiyat alanlarında gülünç ve maskara, kâh bilgin, kâh eleştirmen, kâh sanaçı kılığında eşeğini serbestçe koşturabildiğinden beri, fikir alışverişinde artık insanlığın görgü kurallarına uyulduğunu görmeyi ummak çocukça bir saflık olur.
Ne tekerleme, ne de aşağılama bir tartışmaya zemin olamayacağı için, biz bu satırlarda evvelce okuduklarımızı ve işittiklerimizi hatırlamaya lüzum görmeyerek, şiirde “anlam” ve “açıklık”ın ne kıymette şeyler olduğu hakkında kendi görüş ve kanımızı söylemekle yetineceğiz.
Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki şiirde anlam derken neyin kastedildiğini bilmiyoruz. “Fikir” dedikleri bayağı görüşler yığını mı, hikâye mi, mazmun mu ve “açıklık” bunların sıradan kavrayışa göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem sayanlar, şiiri tarih, felsefe, nutuk ve belâgat gibi bir sürü “söz” sanatlarıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve izlerinde seçip tanımayanlardır. Şiirin bu nitelikte anlaşılması, resim, müzik ve heykel gibi sanatların, kendilerine has ve özgü fırça, boya, nota ve kalem gibi, kullanılması güç bir hünere bağlı araçlara sahip bulunmalarına karşılık, şiirin bu gibi hususi araçlardan mahrum ve ifadesini konuşulan dilden ödünç almaya mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki, parmaklarının tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşı çekingen ve saygılı olan beceriksizler, kendi kullandıkları kelimelerden ortaya çıkmış gibi gördükleri şiiri sıradan “dil” niteliğinde sayarak, sırf bu açıdan bakarak, başkaca hazırlıklı olmaya hiç gerek görmeksizin, onu küstahça bir laubalilikle yargılama hakkını kendilerinde bulurlar.
Hâlbuki şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatlı insan, ne de bir yasa koyucudur. Şairin dili “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere oluşmuş, müzik ile söz arasında sözden çok müziğe yakın, ikisinin ortasında bir dildir. “Nesir” de üslubun kurulması için mecburi olan öğelerin hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Şiir ile nesir, bu bakımdan, birbiriyle bağı ve ilgisi olmayan, ayrı düzenlere bağlı, ayrı alanlarda, ayrı boyutlar ve şekiller üzere yükselen ayrı iki mimaridir. “Nesir”i doğuran akıl ve mantık, “şiir”i ise, kavrayış bölgeleri haricinde, sırların ve bilinmeyenlerin geceleri içine gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları, zaman zaman özel ufuklara yansıyan kutsat ve isimsiz bir kaynaktır.
Şiirin duruşlarını ve hareketlerini taklide özenen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin açıklık ve tutarlılığını ödünç alan gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki “şiir”, nesre çevrilemeyen nazımdır.
Birkaç ay evvel “saf şiir” hakkında, meşhur bir eleştirmenle tartışması bütün medeni fikir dünyasını alakadar eden Rahip Bremond’un dediği gibi, muhakeme, mantık, belâgat, tutarlılık, çözümleme, benzetme, istiare ve bütün bunlara benzer nitelikler, şafak aydınlığı gibi her dokunduğuna gül pembeliğini veren şiirin sihirli tesiriyle değişip dönüşmedikçe, öğeleri arasına girdikleri “cümle” sıradan “nesir”den başka bir şey değildir. Hatta manzumede, elektrik akımı türünden olan şiir akışı bir an kesintiye uğradı mı, bütün bu ögeler, hemen yaratılıştaki çirkinliklerine düşerler. Şiir bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.
Sırr-i men ez nâIe-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ an nûr nîst
[Benim sırrım benim inleyişlerimden uzak değildir ama gözde ve kulakta o (manevi) ışık yok.]
“Anlam” araştırmak için şiiri deşmek, şakıması yaz gecelerinin yıldızlarını titreyiş içinde bırakan değersiz kuşu, eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o büyüleyici sesin yerini doldurmaya yeterli midir?
Şiirde her şeyden evvel önemli olan, kelimenin anlamı değil, cümledeki telâffuz kıymetlidir. Şairin hedefi, her kelimenin cümledeki yerini, diğer kelimelerle olacak temas ve çarpışmalardan ve gizemli birleşmelerden ortaya çıkan tatlı, gizli, hafif veya haşin sese göre belirleyen ve dağınık kelime âhenklerini, dizenin genel gidişine uygun kılarak, dalgalı ve akıcı, karanlık veya aydınlık, ağır veya hızlı duygulara, kelimelerin anlamının üstünde, dizenin müziksel dalgalanmalarında sonsuz ve etkileyici bir ifade bulmaktır.
Kelime değişiklikleri ve ahenk endişeleri arasında “anlam” kararmaya uğrarsa, “ruh” onu ahengin lezzetiyle telafi eder. Aslında “anlam” ahengin telkinlerinden başka nedir? Şiirde konu, şair için ancak ahenli söylemeye ve hayal etmeye bir vesiledir. Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu bir porselen kavanoz gibi, anlam, şiirin yaprakları içinde gizlenerek her göze görünmez ve yalnız hayaller ve kelime kafilelerini, vızıltılı arılar gibi, dışında etrafında uçuşturur. Porselen kavanozu görmeyen okur, bu akılları şaşırtan arıların kanat müziğini işitmekle zevk alır. Çünkü kırmızı çiçekli siyah defne ormanının bütün sırrı bu gümüş kanatların sesindedir.
Bu tanımmın dışında hiçbir şiir yoktur. Böyle olmadığı iddia edilebilecek bir şiir varsa, o şiir değildir ve ona “şiir” diyenler ancak yabancılardır.
Şiirin bir ortak dil olmasını isteyenlerin boş hayaline gerçekleşme olanağını dilemekle birlikte, şimdiye kadar hiçbir büyük şairin sınırlı bir insan sınıfının dışında anlaşılmış olduğu iddia edilemeyeceği kanısındayız. Hamit’in binlerce hayranı içinden, onu okumuş olanlar yüzde on bile değilken, anlayanlar bu yüzde onun binde biri oranında bile değildir. Şöhret, anlayan kuvvetli iki üç ruhtan taşan heyecan akımlarının zayıf ruhları arkasında sürükleyip almasıyla var olur. Başka türlü şöhret, soylu ve gururlu bir ruh için utanma sebebidir.
Abartmadan denilebilir ki herkesin anlayabileceği şiir, yalnızca aşağı şairlerin işidir. Büyük şiirlerin giriş kapıları, tunç kanatlı sağlam şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca kapalı durur. Son senelerde bir tarihçimizin kolları, Nedim’i ahmaklığa karşı saklayan kalenin kapı kanatlarını araladıktan sonradır ki cüceler, o şiirin bahçelerine girebildiler. Fakat bu girenlerden birçoğunun anlayışı, çini duvar üzerinde kirli el izleri gibi, ancak Nedim’i kirletmiştir. Her şiirin, ruh seviyesine göre çeşitli derecelerde anlamları olduğuna bundan daha yeterli bir kanıt aramaya gerek var mı?
Şairin “anlamlı” olmaktan evvel daha nice endişeleri vardır ki, onlara oranla anlam ve açıklık, şiirin ancak anlamayana göre kurulmuş dış yüzünü ve duvarını oluşturur. Herhangi türden bir sanat eseri karşısında: “Nedir? Ne demektir? Böyle şey olur mu? Benziyor, benzemiyor!” tarzında sorular sıralayan ve ona göre fikir ve görüşünü bildiren kişi, sanatçının kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve temasından dikkatle sakınacağı, ruh dünyasına bela olan iğrenç bir asalaktır. Sanat eserlerinde ahmaklığına gıda bulamayan ve yeryüzünün her tarafında en fazla yayılmış olan bu asalak, her devirde ve her memlekette sanatçının candan düşmanı olmuştur. Hayatta sanatçı, onun yüzünden, kâh aşağılık bir dalkavuk ve kâh masum bir kurban olur. Bu dağınık sanat asalaklarının yanında, sanat kavramını yanıltan bir de bir sanat memuru vardır ki edebiyatta örneği “edebiyat öğretmeni”dır. İlk bakışta unvan ve sıfatı güven veren bu adamın hakikatte “edebiyat dersi” kadar boş olduğunun düşünülmemesi şaşılacak şeydir. Edebiyat öğretmeni, hava satan ve mehtap ışığı yapan efsanevi tüccarlar gibi güzelin his ve anlayışını, bir ortaöğretim programına uyarak öğrencilerine öğreten, şimdiki yanlış eğitim yönteminin yarattığı ve icat ettiği yararsız bir eğiticidir. Ne şair şiiri, ne sanatçı sanatı yorumlayıp açıklayabilir. Onun için hiçbir memlekette edebiyat öğretmeni (nadir istisnalarla) ne bir şair, ne bir yazar, ne de başka bir biçimde sanata ilgisi olan bir insandır. Genellikle okuma, imla ve dibiligisi öğretmenliğinden değişip gelen bu kişi için şiir, surulu cevaplı bir okuma parçasından fazla bir değeri olmadığından, nesre çevirme ve dilbilgisi uygulamasına uygun olmayan her şiir, genç zekâlar için bir tehlike ve bir kötü örnektir. Anlaşılmak şartıyla, edebiyat öğretmeni için üstat ile aceminin eseri dilin övüçleri arasında sayılan, aynı ayarda güzel yazılardır. Bir siyah gözün bakışı ve bir taze ağzın gülüşü gibi, açıklamaksızın kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ilkel sinir donanımından yoksun olan öğretmen, şiiri imla, dilbilgisi ve söz dizimi sorunu olarak anlatamadığı gün, kürsüde söyleyeceği artık bir tek söz kalmamıştır.
Bununla beraber bir dakika için şiirde “açıklık”ın gerekliliği kabul edilse bile, ilk önce açıklığın ne demek olduğunu anlamak gerekir. Hangi türlü zekânın anlayışı açıklığa ölçü kabul edilmelidir? Birisine göre açık olan bir şiirin diğer birisine de öyle görünmesı hiç gerkmez. Zekâlar vardır ki evrenin ortasına atılmış sönük aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu veyâ bu şiir değildir; bilinmeyenlerin sıkı ormanları bunların zekâlarını ve ruhlarını her taraftan çevirir. Geceler içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan anlamının uçurumdakine görünmez olması kadar zorunlu ne olabilir? Şair, konuşma dilinden ayrılmış kelimeleri yeni anlamlarla zenginleşmiş, her harfi yeni âhenklerle tınlayan, tarzı ve üslubu başka bir ölçüye göre düzenlenmiş, güzellik, renk ve hayal ile dolu kişişel bir var ettiği andan itibaren eserinin açıklığı okura göre değişmeye başlar. Çünkü açıklık, esere ait olduğu kadar okurun da zekâ ve ruhunyla alakalı bir sorundur. Her yerde olduğu gibi bizde de günlük gazetenin tembelliğe alıştırdığı okur, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Oysaki şiir, anlaşılmak için, ruh ve zekâ yeteneğinden başka çetin bir hazırlanma ve hatta ışık, hava ve zaman şartları gibi zorlu birtakım dış etkenlerin de yardımını ister. Şiirler var ki sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtapla gölgelenir; güneşin ışığında ise bu aynı şiirler, solunmayan bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlelerin sıcaklığında taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler, anlamlarını okurun ruhundan alan şiirlerdir.
Şiirde bazı kısımların şüphe ve belirsizlikte kalması bir hata ve bir kusur oluşturmak şöyle dursun, tam tersine şiirin estetiği bakımında pek gereklidir. Üslupta körletici bir açıklık, İngiliz eştetikçisi Ruskin’in dediği gibi, imgeleme yapacak hiçbir şey bırakmaz; o zaman sanatçı en kıymetli müttefiki olan okurun ruhundan gelecek yardımı kaybetmiş olur. Sanat eserinin en büyük hedefi, imgelemi kendine boyun eğdirmektir. Bunu başaramayan eserin diğer bütün üstün yanları ve erdemleri, onu bir sanat eseri olmamaktan kurtaramaz.
Konu, gece içinde güller gibi, cümlenin ahenkli karanlığında ve güzel kokuların heyecanı içinde bir yarım biçim olarak, ancak sezilir bir hâlde bırakılırsa, imgelem onun eksik kalan kısımlarını tamamlar ve ona gerçekten bin kere daha heyecanlı bir vücut verir. Harabelerin, uzaktan gelen seslerin, tamamlanmamış resimlerin, kaba yontulmuş heykellerin güzelliği hep bundandır. Hiçbir çehre, hayalde göründüğü kadar gerçekte güzel değildir. İlk defa kapılarından gece girdiğimiz şehirlerin gündüz manzarası, hayal için en üzücü bir kırıklık olduğunu kim tecrübe etmemiştir? İmgelem, yarasa gibi, ancak şiirin bu yarım karanlığında uçabilir.
Kısacası şiir, peygamberlerin sözü gibi, çeşitli yorumlara uygun bir genişliğe ve kapsama sahip olmalı. Bir şiirin anlamı, başka bir anlam olmaya uygun oldukça, her okuyan, ona kendi hayatının da anlamını katar ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir duygu dili rütbesine erişebilir. En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve dolayısıyla sonsuz duyarlıkları kaplayacak bir genişliği olandır. Sınırlı ve tek bir anlamın çemberi içinde sıkışıp kalan şiir, sınırları insan duygularının mahşerini çeviren o belirsiz ve akıcı şiirin yanında nedir?
(Dergâh, 05.08.1921)
Piyâle, 1926